RSS

Kromozomal hatalar kanser tedavisinde bir fırsat olabilir

Sağlıklı bir hücrede, hücre bölünmesi katı kurallara göre gerçekleşir. Her yeni bölünmede kromozomlar yeni hücrelerin içerisine ikişer adet olacak şekilde dağılırlar. Bu sağlıklı bir dağılımdır. Ancak kanserli hücrelerde ve Down sendromu gibi bazı genetik hastalıklarda bu katı kurala tam olarak uyulmaz. Bu kromozomal istikrarsızlık kanser hücrelerinin tipik özelliğidir.

Anöploidi hücreler

Hücre dejenerasyonu genellikle hücreler içindeki kromozomların yapısal ve sayısal durumunda farklılıklar şeklinde kendini gösterir.

Kanserli hücreler bölünme esnasında bazen bir veya iki kromozom kaybeder bazen de sayılarını istedikleri gibi artırırlar. Bu nedenle kanser hücreleri ilerleyen zamanda farklı kromozomal değişiklikler gösterirler ki, bu durum hem tümörü daha agresif hale getirir hem de tedaviye karşı daha dirençli yapar. İşte vücutta kromozom dengesinin bozulmasına sebep olan ve anormal sayıda kromozom içeren bu tür hücrelere Anöploidi hücreler denir.

Aslında Anöploidilerin kanserdeki yaygınlığı yüzyılı aşkın süredir bilinmesine rağmen, anöploidilerin tümör gelişimindeki rolü tartışmalı olmaya devam etmektedir. Hücre içerisinde normalden fazla bulunan kromozomlar, kansere sebep olan genlerin dozajını arttırarak tümörü teşvik ettiği ileri sürülmüştür ama bu tezin kanıtları oldukça eksiktir.

Bu konuda bir başka tez ise ilerlemiş kötü huylu tümörlerde (malignite) sıklıkla meydana gelen kontrol noktası kaybının (loss checkpoint control) bir sonucu olarak anöploidi lerin ortaya çıkabileceği öne sürülmüştür. Gerçekten de, 21. kromozomun üç kopyası bulunan Down sendromlularda ağır kansere yakalanma riski önemli ölçüde azdır. Bu da bazı durumlarda anöploidinin tümör baskılayıcı özelliklere sahip olabileceğini düşündürmektedir.

Dev kanser hücreleri (polyploid giant cancer cells)

Bir çok Anöploid hücre bir araya gelerek Anöploidi dev kanser hücrelerini oluştururlar. Bu hücrelerin kromozom sayıları normal tümör hücrelerinin kromozom sayılarından 4, 8 hatta 16 kat daha fazla olabilmektedir. Dev

kanser hücreleri genellikle standart kemoterapi veya radyasyon tedavisine dirençlidirler. Bu nedenle kanserin metastaz yapmasında belirleyici bir katkı sağlarlar. Tedaviye dirençli üçlü negatif meme kanseri, bazı prostat kanseri türleri ile bazı yumurtalık kanseri türleri dev kanser hücrelerinden oluşurlar.

Poliploid dev hücrelerin hücre yapılarında özellikle çok sayıda aktin lif bulunur ve bu lifler kanserli hücrelerin hareket etmelerine yardımcı olurlar. Dev kanser hücreleri bu lifler sayesinde daha yavaş ama daha uzağa göç etme kabiliyetine sahiptirler. Bu da metastazın daha uzak bölgelerde görülmesine sebep olur.

Ekstra kromozomlar kanserli tümörleri neden daha agresif hale getiriyor ?

Bu sorunun yanıtı 23.500’den fazla kanser hastasının verileri incelenerek yapıldı. Yapılan araştırmanın sonuçları, kromozomların veya onlara ait bazı parçaların extra fazladan kopyasının bulunduğu tümör hücrelerinin diğer normal kanser tümörlerinden daha hızlı büyüdüğünü gösterdi.

Açıklama: Bir tümör hücresi içerisinde, 1. kromozomun q kolu da dahil olmak üzere bazı DNA bölümleri normalden daha fazla kopya halinde bulunuyorsa, bu, birçok kanser türünde tümör büyümesini destekler. Bu veri, çeşitli kanser türlerinin hücre kültürleri ile yapılan testlerde doğrulandı. Yapılan testlerde CRISPR tekniği kullanılarak 1. kromozomun q kolunun fazladan üçüncü kopyası tümörlü hücrelerden çıkarılarak tümörlü hücrenin kromozom sayısı normalleştirildi.

Sonuç: Normalleştirilmiş kopya sayısına sahip tümörlü hücreler daha küçük tümörler üretti, hatta bazen hiçyeni tümör oluşturmadı.

Not: Bu araştırmada, meme kanseri gibi bazı agresif tümörlerinde gelişen 1. kromozom q kolu anormallikleri ele alınmıştır. Diğer kanser türlerinde gelişen başka kromozom anormallikler araştırılmamıştır ancak diğer kanser türlerinde de mekanizmanın aynı olduğu tahmin edilmektedir.

Extra kromozom artışının sebebi bazen kanserli hücrenin bizzat kendisi de olabiliyor

İki kromozoma sahip normal meme kanseri hücreleri kimi zaman kanserin ilerleyen safhalarında 1. kromozomun q kolunu ekstra kopyalayabiliyorlar. Bu da bize Anöploidi’in yani çoklu kromozomun sadece kanser büyümesi için gerekli olmadığını, aksine büyüyen tümörlerin de bizzat kedisinin bu oluşumu teşvik ettiğini gösteriyor. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse; Eğer bir kanser tümörü 1. kromozomun q kolunun 3. kopyasına

sahipse bunu mümkün olduğunca korumaya özen göstermektedir. Bu durum hücre kültürü deneylerin ile de sabitlenmiştir.

Extra kromozom artışı kanseri neden teşvik ediyor

Bu soruya gen ekspresyonu analizleriyle cevap arandı. Bunun için 1. kromozomdaki onkogenlerin faaliyetleri incelendi.

MDM4 gibi kanseri teşvik eden bazı genler, kanser hücrelerinde üç kopya halinde 1. kromozomun q32.1 kolunda yer almaktadır. Kanserli hücrelerde bulunan extra fazladan kromozomlar her hücre bölünmesinde sayılarını arttırır iken aynı zamanda üzerinde bulunan bu onkogenlerin sayısını da arttırdılar. Gen ekspresyonu analizleri, onkogenlerin sayısının artması ile gen ekspresyonu sonucu ortaya çıkan proteinlerin de arttığını gösterdi. Sonuç olarak artan onkogen proteinlerine paralel olarak tümörlerin hem daha hızlı, hem de daha büyük olduğu tespit edildi.

Onkogenlerin artan aktivitesi aynı zamanda 17. kromozomda bulunan TP53 geninin sentezledigi ve tümör baskılayıcı görevi olan p53 proteinin de çalışmasını engelledi. Bu da vücudun kanserle mücadelesini zayıflatan bir faktördür.

Özetleyecek olursak; Kanserli hücrelerde yer alan fazladan her kromozom (anöploidi), aynı zamanda fazladan onkogenleri de bulundurmaktadır. Onkogenlerinin sayı olarak fazla olması tümörlerin çok çabuk ve hacim olarak çok daha büyük olmasına sebep olmaktadır ki, bu da kanserin şiddetini artıran bir faktördür. Araştırmacılar, bu mekanizmanın diğer onkogen bulunduran kromozomlarda da devreye girerek tümör büyümesini teşvik edebileceğinden şüpheleniyorlar.

Risk ve fırsat aynı anda

Yukarıda belirtildiği gibi birçok kanser hücresinde gereğinden fazla kromozomun olması kanseri daha agresif hale getirmektedir. Ancak Science dergisinde yayınlanan bu çalışmanın sonuçları gereğinden fazla kromozom kopyalarının kanserle savaşta yeni bir umut olabileceğini de gösteriyor. Çünkü her fazlada kromozom kopyası sadece kanseri teşvik eden genlerin değil aynı zamanda kansere karşı koruyucu genlerin sayısını ve onların aktivitesini de artırmaktadır. Bu da kanser hücrelerini, tedavide kullanılan aktif maddelere karşı daha duyarlı hale getirebilmektedir. Örneğin artan gen aktivitesi daha fazla membran pompası, protein veya enzim üretilirse, bu kemoterapide kullanılan ilaçların alımını kolaylaştırarak etkisini artırabilir. Bu durum, 1q anöploid kanserli hücreler ile yapılan araştırmada doğrulandı. Araştırmada kanser önleyici bir enzim olan UCK2‘nin miktarı kanserli hücrelerde çok fazla miktarda üretildiği görüldü. Ayrıca yapılan araştırmada iki kemoterapötik ajanın daha miktarının artığı görüldü.

Bu araştırma anöploidinin kanser terapileri için potansiyel bir hedef sunulabileceğini gösteriyor. Eğer extra fazla kromozoma sahip kanserli hücrelere özel, hedef odaklı kemoterapik ajanlar geliştirilir ise sağlıklı dokulara zarar vermeden kanser ile mücadele daha etkin bir şekilde yapılabilecek. Burada belirleyici olan, kanserli hücre içerisinde fazldan kopyalanan kromozomlarda bu oluşumları teşvik eden genlerin bulunup bulunmaması. Zira her kromozomda farklı genler bulunmaktadır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 22. Temmuz 2023 in Allgemein

 

Y kromozomu kaybı erkeklerde kanseri daha agresif yapıyor

Y kromozomu nedir

Y kromozomu erkeklerde bulunan bir cinsiyet kromozomudur ve erkek fenotipinin oluşmasına neden olur. Y kromozomu, evrimsel süreçte genetik materyalinin neredeyse yüzde 90’ini kaybetmiş oldukça küçük bir kromozomdur. Y kromozomu dişi muadili X kromozomunun yalnızca üçte biri kadardır ve mevcut bilgilere göre, neredeyse sadece sperm üretimi ve cinsiyet gelişimini düzenlemede görev almaktadır.

Y kromozomunun bu iki ana işlevin dışında kalan işlevleri pek iyi bilinmese de yapılan her yeni araştırmayla bu konuda yeni yeni bilgilere ulaşıyoruz.
Y kromozomu kaybı hastalıkları teşvik ediyor

Yapılan araştırmalar Y kromozomunun üremenin ötesinde sağlıkta da önemli rol oynadığını gösteriyor. Buna göre erkeklerde yaş ilerledikçe birçok hücre Y kromozomlarını kısmen ya da tamamen kaybetmektedir ve bu da ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. Örneğin 2022’de yapılan bir araştırma, yaşa bağlı Y kromozomu kaybının kardiyovasküler hastalıklar, Alzheimer ve yaşa bağlı diğer hastalık risklerini artırdığını gösteriyor (1).


Y kromozomu kaybı ve kanser

Y kromozomu kaybının sebep olduğu hastalıklar listesine ciddi bir hastalık olan o kanser de eklendi. Erkeklerde mesane kanseri ile ilgili yapılan bir araştırmada bazı kanserli tümörlerin Y kromozomu içermediği keşfedildi. Bu önemli bulgu dan yola çıkan Los Angeles’taki Cedars-Sınai Tıp Merkezi’nden Hany Abdel-Hafız liderliğindeki bir ekip Y kromozomu kaybı ile kanser arasındaki ilişkiyi araştırdı.

Ekip bunun için önce 1.100’den fazla erkek mesane kanseri hastasından alınan doku örneklerinde Y kromozomu kaybının derecesini belirledi. Ayrıca hem Y kromozomu kaybı, hem de Y kromozomu kaybı olmayan kanserli hastalardaki değerleri karşılaştırma bilmek için bir referans değere ihtiyaç vardı. Bunun için sağlıklı kişilerin Y kromozomunda bulunan 18 geninin aktivitesi referans değeri olarak kabul edildi. Hazırlıklar bittikten sonra karşılaştırmalar başladı ve karşılaştırmalarda hastalığın seyri ve hayatta kalmanın gibi konular öncelikli olarak ele alındı.
Sonuç: Tümörlü hücrelerin yüzde 10 ila 40’nın Y kromozomlarını kaybettiği ve bu durumun hastalığın daha şiddetli geçmesine ve hastanın hayatta kalma şansının düşmesine sebep olduğu bulundu. (Ayrıca farklı on iki kanser türünde de aynı sonuçlar elde edildi).

Not: Farelerde yapılan paralel bir çalışmada ise Y-negatif tümörlerin, Y pozitif tümörlerden iki kat daha hızlı büyüdüğü keşfedildi.
Sebep: T hücrelerinin azalması. (T hücrelerinin azalması bağışıklık sisteminin zayıfladığı anlamına gelmektedir ki, bu durum tümörler ile savaşı zorlaştırmaktadır.)
Biyolojik mekanizma nedir

Bunun arkasında hangi biyolojik mekanizmaların olduğunu bulmak için fareler ile bir başka deney daha yapıldı. Bunu için önce CRISPR/Cas9 tekniği kullanılarak mesane kanseri hücrelerinden bazılarının Y kromozomu çıkardı (Y-pozitif), bazılarının çıkarılmadı (Y-negatif). Daha sonra, tümörlerin hangi hızda büyüdüğün görmek için Y-pozitif ve Y-negatif kanserli hücreleri farelere enjekte ettiler.

Deney sonunda Y-negatif tümörlerin, Y-pozitif tümörlerden yaklaşık iki katı hızlı büyüdüğü tespit edildi. Bu deney bağışıklık sistemi çalışan farelerle yapıldı. Deney bağışıklık sistemi bozulmuş farelerde tekrarlandığında bu farkın ortadan kalktığı görüldü. Yani bağışıklık sistemi çalışmayan farelerde Y kromozomu olan ve olmayan kanserli tümörler aynı oranda büyüdüler.

Özetle söylemek gerekirse; Eğer bağışıklık sistemi çalışıyorsa ve de hastanın tümörü Y-pozitif ise tümörün büyümesi yavaş oluyor. Eğer bağışıklık sistemi çalışmıyorsa, hasta ister Y-negatif, ister Y-pozitif olsun tümör hızla büyüyor.
Y kromozomu kaybı bağışıklık sisteminin bozuyor

T hücreleri, tümör hücreleri gibi patolojik değişikliklere uğramış hücreleri tanıma ve onlara saldırarak yok etme yeteneğine sahiptirler. Ancak farelerden alınan Y-negatif tümörlerde bol miktarda T hücresi bulunmasına rağmen çoğunun uykuda olduğu ve kanser hücrelerini yok etmek için harekete geçmedikleri görüldü. Yapılan ileri çalışmalar tümörlerde Y kromozomu kaybının tümörün mikro yapısını değiştirdiğini gösteriyor. Bu durum CD8 + T hücrelerini neden harekete geçmediğinin bir sebebi olabilir !
Kanser hücrelerinde Y kromozomu neden kayboluyor

Bu sorunun cevabı şimlidilik net olmamakla birlikte, kaybın bir adaptasyon sonucu ortaya çıktığından şüpheleniliyor. Zira bağışıklık sistemi kimi zaman kendi sağlıklı hücreleri de yabancı hücre gibi algılayarak zarar verebiliyor. Vücut bu olası saldırıdan kaçmak için Y Kromozomunu ortadan kaldırak, bağışıklık sisteminin saldırılarından kaçıyor olabilir !
İyi haber: İmmünoterapi başarılı

Bu araştırma bize ilk defa Y-negatif kanser hücrelerinin, T hücrelerini etkisiz hale getirdiğini gösterdi. Ancak bu olumsuz etki, kısmen immünoterapi ile tersine çevrildi. Bunun için daha önce bazı kanser türleri üzerinde test edilmiş olan Kontrol noktası inhibitörleri (Checkpoint-Inhibitor )* kullanıldı. Kontrol noktası inhibitörleri mesane kanseri hastalarda uyku halindeki T hücrelerinin yüzeyindeki inhibitör reseptörlere bağlanarak bunların tekrar aktif hale gelmesini ve kanserle savaşma yeteneğini kazanmasını sağladı.

Özetle söylemek gerekirse, kontrol noktası inhibitörleri agresif ve hızlı büyüyen kanser tümörlerinin tedavisinde yeni bir yol açıyor olabilir ama kesin bir şey söylemek için ileri çalışmalara ihtiyaç var.

Kontrol noktası inhibitörleri*: Tümör hücrelerini hedef alan ancak aynı zamanda her türlü otoimmün süreci tetikleyebilen, T hücrelerini aktive eden bir antikor sınıfıdır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar:

  1. Hematopoietic loss of Y chromosome leads to cardiac fibrosis and heart failure mortality
  2. Y chromosome loss in cancer drives growth by evasion of adaptive immunity
 
Yorum yapın

Yazan: 14. Temmuz 2023 in Allgemein

 

Beyin kanseri

Beyin kanseri nedir

Beyin tümörü, beyindeki hücrelerin anormal büyümesidir. Etkiledikleri beyin dokularına göre 120’den fazla beyin tümörü türü vardır. Her beyin tümörü beyin kanseri değildir ancak iyi huylu tümörler bile bazen boyutları veya konumları nedeniyle tehlikeli olabilirler.

Beynin anatomisi birçok farklı sinir sisteminden ve farklı bölümlerden oluşan çok karmaşık yapıdır. Beyin tümörleri, beynin koruyucu zarından başlayarak, beyin sapı, sinüsler ve beynin birçok farklı alanında gelişebilir.

Birincil ve ikincil beyin tümörleri

Birincil beyin tümörleri beyinde başlar ve genellikle başka yere sıçramaz. ikincil beyin tümörleri ise vücudun başka bir yerinde başlar beyne sıçrar. Birincil ve ikincil beyin tümörleri arasındaki farkı bilmek önemlidir. Bunun nedeni, tedavinin kanserin nerede başladığına bağlı olarak değişmesidir.

1- Birincil beyin tümörleri

Birincil beyin tümörleri beynin veya omuriliğin herhangi bir yerinde başlayabilir. Yetişkinlerdeki kötü huylu beyin tümörlerinin çoğu beynin serebrum (ön beyin) adı verilen bölümünde başlar.

Ayrıca, birincil beyin tümörleri beynin başka bölümlerinde de başlayabilirler. Örneğin;

  • Beyni koruyan doku (menenjiyom / beyin zarları)
  • Omurilik
  • Hipofiz veya epifiz bezleri

Erişkinlerdeki iyi huylu beyin tümörlerinin çoğu menenjiyomda / beyin zarında başlar. Bunlara menenjiyom denir.

2- İkincil beyin tümörleri

Vücudun başka bir yerinden başlayan ve daha sonra beyne sıçrayan kanserlere ikincil beyin tümörleri veya beyin metastazları denir.

Metastatik beyin tümörleri, hızla büyüme ve çoğalma kabiliyetine sahiptirler ve yakınlarındaki beyin dokusunu istila ederler. İkincil beyin kanserleri, birincil kanserle aynı tip hücrelerden yapılır, yani, kanser akciğerlerde başladıysa, beyindeki kanserli alanlardaki hücreler de akciğer kanseri hücrelerinden oluşur.

Her türlü kanser beyne yayılabilir. Ancak en yaygın türleri şunlardır:

  • Akciğer kanseri
  • Meme kanseri
  • Böbrek kanseri
  • Melanom (cilt kanseri)
  • Bağırsak kanseri (kolorektal)

Metastazın nedeni, kanser hücrelerinin birincil kanserden ayrılabilmesi ve kan dolaşımı yoluyla beyne gidebilmesidir.

İyi ve kötü huylu olmak üzere iki farklı tümör çeşidi vardır

A- İyi huylu tümörler (benign): İyi huylu tümörler yavaş büyür ve yayılma olasılığı düşüktür.

Yaygın tipleri; 

  • Kordomalar: İyi huylu, yavaş büyüyen tümörlerdir. 50 ila 60 yaşları arasında görülür.
  • Kraniyofarenjiyomlar: Tipik olarak iyi huyludur, ancak beynin derinlerindeki kritik yapılara yakın yerleşimleri nedeniyle çıkarılması zor tümörlerdir.
  • Gangliositomalar: Gangliomalar ve anaplastik gangliogliomalar, nispeten iyi diferansiye olan (ayırt edilen) genellikle genç erişkinlerde görülen nadir tümörlerdir.
  • Glomus jugulare: Sık olarak iyi huyludur ve tipik olarak juguler venin tepesinde, kafa tabanının hemen altında bulunur.
  • Menenjiyomlar: Tüm beyin neoplazmalarının (kontrolsüz büyüyen hücreler) yüzde 10 ila 15’ini oluşturan en yaygın iyi huylu tümörlerdir, ancak çok küçük bir yüzdesi kötü huyludur.
  • Pineositomalar: Epifiz hücrelerinden köken alan, çoğunlukla erişkinlerde görülen genellikle iyi huylu lezyonlardır.
  • Hipofiz adenomları: Gliomalar, menenjiyomlar ve schwannomlardan sonra en sık görülen tümör türüdür. Hipofiz adenomlarının büyük çoğunluğu iyi huyludur ve oldukça yavaş büyür.
  • Schwannomalar: Sıklıkla erişkinlerde görülen iyi huylu tümördür. Normalde sinir hücreleri için “elektrik yalıtımı” sağlayan schwann kılıf boyunca ortaya çıkarlar.

B- Kötü huylu tömörler (malign): Beynin veya omuriliğin bölümlerine yayılabilir. Hızla büyürler ve çevredeki sağlıklı beyin yapılarını istila ederler. Bu yüzden hayatı tehdit edici olabilirler.

  • Gliomalar: Malign beyin tümörlerinin yüzde 78’ini oluşturan en yaygın yetişkin beyin tümörü türüdür. Beynin glia adı verilen destek hücrelerinden kaynaklanırlar.
  • Astrositomlar: Tüm birincil beyin ve omurilik tümörlerinin yaklaşık yarısını oluşturan en yaygın glioma dır. Astrositomlar, beynin destekleyici dokusunun bir parçası olan astrositler adı verilen yıldız şeklindeki glial hücrelerden gelişir. Beynin birçok yerinde ortaya çıkabilirler, ancak en yaygın olarak serebrumda ortaya çıkarlar.
  • Ependimomlar: Ventriküler sistemi kaplayan ependimal hücrelerin neoplastik dönüşümünden türetilir ve tüm beyin tümörlerinin yüzde iki ila üçünü oluşturur.
  • Glioblastoma multiforme (GBM): Glial tümörün en invaziv (zarar verici) tipidir. Bu tümörler hızla büyümeye, diğer dokulara yayılmaya ve kötü prognoza sahip olma eğilimindedir.
  • Medulloblastomlar: Genellikle serebellumda ve de en sık çocuklarda ortaya çıkar. Yüksek dereceli tümörlerdir, ancak genellikle radyasyon ve kemoterapiye yanıt verirler.
  • Oligodendrogliomalar: Beynin sinir hücrelerinin yalıtımını sağlayan miyelin den türetilir.

Beyin tümörünün görülme sıklığı ve tehlikeleri

Türkiye’de beyin ve sinir sistemi tümörleri, 100.000 yetişkinden yaklaşık 15-20’sini etkiler. Beyin tümörleri tehlikelidir, beynin sağlıklı bölgelerine baskı yapabilir veya bu bölgelere yayılabilirler. Bazı beyin tümörleri, beynin etrafındaki sıvı akışını engelleyerek kafatası içindeki basıncın artmasına neden olabilir. Bazı beyin tümörleri ise omurilik sıvısı yoluyla beynin veya omurganın uzak bölgelerine yayılabilir.

Bir tümörün beyin lezyonundan farkı nedir

Lezyonlar, bir hastalık nedeni ile doku ve organlarda meydana gelen malformasyonlar dır. Beyin tümörü, spesifik bir beyin lezyonu türüdür. Tüm tümörler lezyondur ancak her lezyon tümör değildir. İnme, yaralanma, ensefalit ve arteriyovenöz beyinde lezyonlara sebep olabilir ama bunlar kanser değildir.

Beyin kanserinin belirtileri

Baş ağrısı genellikle bir beyin tümörünün ilk belirtisidir. Baş ağrıları gelip geçici olabileceği gibi kalıcı da olabilmektedir. Baş ağrıları hafiften şiddetliye kadar değişen skalada olabilmektedir. Her baş ağrısı beyin tümörü olduğu anlamına gelmez. Ancak endişelerin giderilmesi açısından doktor ile görüşülmesi tavsiye edilir.

Beynin farklı bölümleri farklı işlevleri kontrol eder bu nedenle beyin tümörü belirtileri tümörün nerede olduğuna bağlı olarak değişir. Örneğin başın arka tarafındaki beyincikte bulunan bir tümör yürüme ve dengede sorunlara neden olabilir. Eğer tümör beynin görmeden sorumlu olan bölgesinde ise görmede sorunlar meydana gelebilir. Ayrıca tümörün büyüklüğü ve büyüme hızı semptomları etkiler.

En yaygın semptomları:

  • Baş ağrısı
  • Mide bulantısı ve kusma
  • Nöbetler veya konvülsiyonlar
  • Düşünme, konuşma veya kelimeleri bulmada zorluk
  • Kişilik veya davranış değişiklikleri
  • Vücudun bir kısmında veya bir tarafında zayıflık, uyuşma veya felç
  • Denge kaybı, baş dönmesi
  • Görme, işitme, koku veya tat almada bozulma
  • Karışıklık ve oryantasyon bozukluğu
  • Hafıza kaybı

Beyin kanserinin nedenleri

  • Yaş: Beyin tümörleri, çocuklarda ve yaşlı erişkinlerde daha yaygındır, ancak her yaşta beyin tümörü gelişebilir.
  • Cinsiyet: Genel olarak, erkeklerin beyin tümörü geliştirme olasılığı kadınlardan daha fazladır. Bununla birlikte, meningioma gibi bazı spesifik beyin tümörleri kadınlarda daha sık görülür.
  • Kimyasallar: Böcek ilaçlarına, petrol ürünlerine, solventlere, kauçuğa veya vinil klorüre maruz kalmak beyin tümörü gelişme riskini artırabilir. Ancak bu olası bağlantıyı destekleyen bilimsel bir kanıt henüz yok.
  • Aile öyküsü: Beyin tümörlerinin yaklaşık %5’i, Li-Fraumeni sendromu, Nörofibromatozis, Nevoid bazal hücreli karsinom sendromu, Tuberöse skleros, Turcot sendromu ve von Hippel-Lindau hastalığı dahil olmak üzere kalıtsal genetik faktörler veya durumlarla bağlantılı olabilir.
  • Enfeksiyonlar: Virüslere ve alerjenlere maruz kalma. Epstein-Barr virüsü (EBV) ile enfekte olmak, merkezi sinir sistemi kanseri (CNS lenfoma) riskini artırır. Not : EBV daha yaygın olarak mononükleoza (öpüşme hastalığı) neden olan virüs olarak bilinir. Bazı araştırmalarda, beyin tümörü dokusunda sitomegalovirüs (CMV) adı verilen yaygın bir virüsün yüksek seviyeleri bulunmuştur. Çalışmalar, alerji öyküsü veya cilt rahatsızlıkları olan hastaların glioma riskinin daha düşük olduğunu göstermektedir.
  • Elektromanyetik alanlar: Şu ana kadar yapılan araştırmalarda, elektrik hatları veya cep telefonu kullanımından kaynaklanan elektromanyetik dalgaların, yetişkinlerde beyin tümörüne sebep olduğunu gösteren hiçbir bağlantı bulunamadı. Çocuklardaki riskle ilgili çelişkili bilgiler nedeniyle, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) cep telefonu kullanımının sınırlandırılmasını tavsiye ediyor ve hem yetişkinler hem de çocukların kulaklık kullanmasını tavsiye ediyor.
  • Irk ve etnik köken: Amerika Birleşik Devletleri’nde, beyazlarda siyahlara göre glioma olasılığı daha yüksektir, ancak meningioma daha düşüktür. Ayrıca, kuzey Avrupalılarda beyin tümörü olasılığı Japonlara göre iki kattan daha fazladır.
  • İyonlaştırıcı radyasyon: Çeşitli araştırmalar tedavi amacı ile beyne veya kafaya yapılan X-ışınlar ve iyonlaştırıcı radyasyon uygulaması beyin tümörü için bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir.
  • Kafa travması ve nöbetler: Ciddi kafa travmasının beyin tümörleriyle ilişkisi uzun süredir araştırılmaktadır. Bazı çalışmalar kafa travması ile menenjiyom arasında bir bağlantı olduğunu ancak kafa travması ile glioma arasında bir bağlantı olmadığını göstermiştir. Nöbet öyküsü de beyin tümörleriyle ilişkilendirilmiştir.
  • N-nitroso bileşikleri: Diyet ve vitamin takviyesi ile ilgili bazı çalışmalar, diyetteki N-nitroso bileşiklerinin hem çocukluk hem de yetişkin beyin tümörü riskini artırabileceğini gösteriyor gibi görünmektedir ! Nitrit ile işlenmiş hava, su ve gıda ürünlerinde düşük seviyelerde N-nitroso bileşikleri bulunabilir. Bu tür gıda ürünleri arasında peynirler, balıklar, domuz pastırması ve tütsülenmiş etler bulunmaktadır. N-nitroso bileşikleri ayrıca tütün dumanı, çiğneme tütünü ve birada da bulunur.

Beyin tümörleri nasıl teşhis edilir

Bir beyin tümörünün teşhisi, fiziki muayene ve tıbbi geçmişe bakılarak başlar. Fiziki muayene çok detaylı bir nörolojik muayeneyi içerir. Bu muayenelerde refleksler, kasların gücü, denge, koordinasyon, sıcak ve soğuk ayırt etme, matematiksel hesaplamalar yapabilme kabiliyeti gibi konuların normal olup olmadığı test edilir. Ayrıca kafatası içerisinde tümör nedeniyle oluşan basınçtan kaynaklı optik sinirlerdeki şişmeler oftalmoskop görüntüleme kullanılarak tespit edilir. Bunun dışında göz bebeklerinin ışığa tepkisi de ölçülür

Beyin kanseri teşhisi için ana testler şunlardır

  • CT (bilgisayarlı tomografi) taraması: X-ışınları kullanılarak vücudun iç kısmının birden fazla fotoğrafı çekilir.
  • MRI (manyetik rezonans görüntüleme) taraması: Bilgisayar ve güçlü bir mıknatıs yardımı ile vücudun enine kesit resimleri ç
  • MRS (manyetik rezonans spektroskopisi) taraması: Beynin kimyasal yapısındaki değişiklikleri aranır. MRI ile aynı anda yapılabilir.
  • PET (pozitron emisyon tomografisi) taraması: Vücuda az miktardaki radyoaktif solüsyon enjekte edilir ve solüsyonu normal hücrelerden daha hızlı emen kanserli hücrelerin resimleri ç
  • SPECT (tek proton emisyonlu bilgisayarlı tomografi)
  • Tek foton emisyonlu BT (SPECT) taraması: Beyindeki kan akışının üç boyutlu görüntüleri alınır. Tümör gibi daha yüksek kan akışına sahip alanlar taramada daha parlak görünür.
  • Lomber ponksiyon (omurilik musluğu olarak da bilinir): Kanserli hücreleri test etmek için omurilik sıvısından bir iğne yardımı ile sıvı çekilmesi.

Beyin kanseri teşhisi konulduktan sonra yapılanlar

Beyin kanseri teşhisi konduktan sonra, multidisipliner bir ekip tarafından kanserin türü, boyutu, yeri ve genetik yapısı, hastanın yaşı ve genel sağlık durumu gibi çeşitli faktörler göz önünde bulundurularak uygulanacak tedavinin planlaması yapılır. Öncelikle MRI, CT taramaları ve diğer testlerin sonuçlarına göre kanserin evresi belirlenir. Evreleme, kanserin büyüklüğünü ve beyinde ne kadar yayıldığını açıklar.

Not: Beyin tümörleri, ne kadar hızlı büyüdüklerine ve yakındaki dokuyu istila etme yeteneklerine bağlı olarak genellikle 1 ila 4 arasında derecelendirilir: 1. ve 2. dereceli tümörler en yavaş büyüyenlerdir ve düşük dereceli tümörler olarak adlandırılırlar. 4. derece tümörler en hızlı büyüyen tümör türleridir.

Bir beyin tümörü tedavisi şunlara bağlıdır:

  • Tümörün tipi
  • Tümörün boyutu
  • Tümörün yeri
  • Genel sağlık durumu

Kötü huylu beyin tümörlerinin en yaygın tedavisi cerrahi müdahaledir. Cerrahi müdahale ile beynin sağlıklı bölgelerine zarar vermeden mümkün olduğu kadar çok kanseri bölge çıkarılır. Bazı tümörlerin konumu güvenli bir şekilde çıkarılmasına izin verirken, bazılarına izin vermez ama tümörün kısmen çıkarılması bile faydalı olabilir. Her beyin cerrahisinin enfeksiyon kapma ve kanama gibi risklerinin olduğu da unutulmamalıdır. Ayrıca bulunduğu konum bakımından tehlikeli bir yerde bulunan iyi huylu tümörlerde cerrahi müdahale ile çıkarılırlar.

Metastatik beyin tümörleri, orijinal kanser tipine yönelik kılavuzlara göre tedavi edilir. Ayrıca hastaya cerrahi müdahaleye ilaveten, radyasyon tedavisi ve kemoterapi gibi diğer tedaviler de yapılır. Duruma göre cerrahi müdahaleden sonra hastaya fizik tedavi ve konuşma terapisi de uygulanabilir.

Tedaviye bağlı olarak, tedavi ekibi birkaç farklı sağlık uzmanından oluşabilir. Örneğin;

  • Ev doktoru: Genel sağlıkla ilgilenir ve tedaviyi koordine etmek için uzmanlarla birlikte çalışır.
  • Nörolog: Beyin ve sinir sistemi hastalıklarını teşhis ve tedavi eder.
  • Beyin cerrahi: Tümör ameliyatını yapar.
  • Kanser hemşiresi: Tedaviye yardımcı olur ve tedavi boyunca hastaya bilgi ve destek sağlar.
  • Tıbbi onkolog: Kemoterapiyi koordine eder ve kemoterapinin seyrini belirler.
  • Radyasyon onkologu: Radyasyon tedavisini koordine eder ve seyrini belirler.

Beyin tümörü tedavisi

Kanser, tıptaki en büyük zorluklardan biridir. Her yıl dünya çapında yaklaşık on milyon insan kötü huylu tümörlerden ölmektedir. Avrupa’da ve diğer sanayileşmiş ülkelerde artık her 20 kişiden biri kanserle yaşıyor ve bu eğilim giderek artıyor. Günümüzde gelişmiş teşhis ve tedavi yöntemleri sayesinde artık birçok kanser türü tedavi edilse de halâ en korkulan hastalıklar arasında ilk sırayı almaktadır. Cerrahi müdahale, kemoterapi, radyoterapi gibi yaygın klasik tedaviler, genellikle agresif kanser türlerinin ileri evrelerinde ve metastazlarda pek etkili olmayabiliyor.

İmmünoterapi, umut veriyor

Tüm kanser vakalarının yaklaşık yarısı halâ ölümcüldür. Bu nedenle tüm dünyada bilim insanları tümörler ve metastazlar ile savaşmak için yeni yöntemler arıyorlar. Bu yöntemler arasında vücudun kendi bağışıklık sistemini kullanarak yapılan immünoterapiler öne çıkıyor.

Beyin, patojenleri ve diğer yabancı maddeleri dışarıda tutmak için bariyerler ile donatılmış bir tür kale gibidir. Beyinin kendini tehlikelerden korumak için geliştirdiği bu sisteme „Kan beyin bariyeri (BBB)“ denir. Bu doğal koruyucu sistem beyne girecek olan zararlı veya yabancı maddelerin geçişini engelleyerek bizi hastalıklardan korur.

Kan beyin bariyerinin bu koruyucu fonksiyonun bir de kötü yanı vardır ki, bizi hastalıklarla mücadelede korumasız bırakır. Şöyle ki, kan beyin bariyeri, kanser ve diğer hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçları, antikorları veya diğer etken maddeleri yabancı madde olarak algılar ve onların girişine de izin vermez. Bu da tedaviyi zorlaştıran bir durumdur. Bilim şimdi tedavide engel çıkaran bu sistemi alt etmeyi başardı. Bu başarı, beyin tümörleri ile mücadelede immünoterapiyi mümkün kılıyor.

Tedavide büyüme faktörü VEGF-C etkisi: Hücresel atıkları beyinden atmanın doğrudan bir yolu yoktur ancak bu atıklar lenfatik sistem yoluyla dolaylı olarak atılırlar ve lenfatik sistem büyüme faktörü VEGF-C tarafından regüle edilir.

Metot: VEGF-C ve Checkpoint-İnhibitorü (bağışıklık kontrol noktalarını engelleyen kontrol noktası modülatörleri grubundan ilaçlardır.) birlikte kanserli farelerin beyin omurilik sıvısına verildi ve daha sonra yapılan laboratuvar ölçümlerinde tümörlü hücreler ile savaşan T hücrelerinin sayısının arttığı, farelerin hayatta kalma sürelerinin uzadığı bulundu. Başka bir ifade ile VEGF-C’nin immünoterapi ilaçlarıyla birlikte verilmesi, beyin kanseriyle savaşta başarılı oldu. Farelerde başarı olan bu metodun insanlarda da başarılı olması bekleniyor ama bunun için bir dizi klinik çalışmaya ihtiyaç var


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Understanding Brain Tumours
  2. VEGF-C-driven lymphatic drainage enables immunosurveillance of brain tumours
  3. De-novo and acquired resistance to immune checkpoint targeting
  4. Non-cancerous Breast Conditions
  5. Benign brain tumour (non-cancerous)
  6. Environmental risk factors of primary brain tumors: A review
  7. https://www.aans.org/
  8. https://www.cancer.org.au/
  9. https://www.hopkinsmedicine.org/health
  10. https://www.healthline.com/
  11. https://www.cancer.net/
  12. https://miamineurosciencecenter.com/en/conditions/brain-tumors/types/
  13. https://www.cancer.gov/rare-brain-spine-tumor/
 
Yorum yapın

Yazan: 29. Aralık 2022 in Allgemein

 

Bazı kanser türlerinde erkeklerdeki X Kromozomu devre dışı bırakılıyor

Kadınların vücut hücrelerinde iki  adet „X“ kromozomu, erkeklerin vücut hücrelerinde ise bir adet „X“ kromozomu ve oldukça küçük bir adet „Y“ kromozomu bulunur. Buna göre kadın cinsiyet kromozom seti „XX“, erkek cinsiyet kromozom seti „XY“ dir. Bu kombinasyon, sadece cinsiyeti belirlemek kalmayıp aynı zamanda hücre metabolizması ve hücre sağlığı gibi konularda da belirleyici rol oynuyor.

Kadınlarda iki X kromozomundan biri devre dışı

Kadınların normal gelişimi sırasında genlerin ifadesini dengelemek için X kromozomunun bir kopyası rastgele inaktive edilir. Zira iki kromozomun aynı anda çalışması fazladan protein üretilerek protein dengesinin bozulmasına, dolayısı ile istenmeyen bir çok hastalığın ortaya çıkması sebep olur.

Sağlıklı erkeklerde ise zaten bir adet X kromozomu olduğu için böyle bir şey söz konusu değildir. Özetle söylemek gerekirse, sağlıklı bir kadının sağlıklı kalması için iki kromozomdan birinin aktif diğerinin suskun, sağlıklı bir erkeğin sağlıklı kalabilmesi için ise tek X kromozomun aktif olması gerekir.

XIST geninin* önemi

Yukarıda belirtildiği gibi kadınlarda normal şartlarda iki X kromozomundan biri büyük ölçüde bloke durumdadır. Bu bloke işlemini, X kromozomu üzerinde bulunan XIST geni yapmaktadır. Bu gen kadınlarda gelişiminin erken dönemlerinde iki X kromozomdan birini epigenetik olarak susturan uzun bir RNA kodlar. Bu RNA, kromozomlardan birinin çalışmasını kısmen durdurarak muhtemel bir hücresel kaos oluşumunu önler. Zira her bir X kromozomu üzerinde bulunan 858‘şer genin aynı anda çalışması genin fazla protein üreterek protein dengesinin bozulmasına neden olur ki, bu istenmeyen bir durumdur. İşte bu olumsuz durumun oluşmaması için XIST geni devreye girerek X kromozomlarından birini kısmen susturur.

XIST geninin kanserle ilişiki

XIST genini aktivitesi ile ilgili daha önce  yapılan araştırmalarda, bu genin erkeklerde testis kanserinin yanı sıra kadınlarda bazı kanser türleri ile ilişkili olduğu bulunmuştu (1) (2). 9 Kasım’da Cell Systems dergisinde yayınlanan bir çalışmada XIST geni nin erkeklerin çeşitli somatik dokularındaki kanserlerle ilişkisi olduğu bulundu.

Normalde sadece kadınlarda aktif olan ve ikinci X kromozomunu bloke etmekle görevli bu genin, erkeklerde de aktif olması ve bu aktivitenin kansere sebep olması oldukça şaşırtıcı keşif oldu.

XIST geni, erkeklerde çeşitli kanser türlerinde aktif

Araştırma ekibi, dünyanın dört bir yanındaki kanser hastalarından alınan binlerce DNA örneğini içeren ve halka açık The Cancer Genome Atlas Program (TCGA) veritabanında XIST RNA nın transkriptom bilgilerini inceledi. Çalışmada, erkek ve kadınlardan alınan 4.800 doku örneğinde 33 farklı kanser türü analiz edildi.

Şaşırtıcı sonuç: Kanserli hücre örneklerinin 194’ü erkeklerden alındı ve bu örneklerin yaklaşık %4’ünün X kromozomu XIST geni tarafından kısmen ya da tamamen bloke edildiği bulundu. Kanserin türü blokajin kısmen veya tamamen olmasını etkili oldu. Tanımlanan bu %4’ünün %74’ü testis kanseri gibi daha önce bilinen üreme ile ilgili kanser türleri idi. Ancak  geri kalan %26’lik kısmının akciğer, böbrek, kalp, beyin, tiroid ve karaciğer dokularında bulunması oldukça şaşırtıcıydı.

XIST geni*: X kromozomundaki genleri bloke etmekten sorumlu bir gen.

Dejenerasyonun sebebi ne olabilir

Bu konuda muhtemel iki görüş var.

  1. X kromozomunun hatalı bir şekilde bloke edilmesi, X kromozomu üzerinde bulunan ve kanseri önleyen genlerin kapatmasına yol açıyor olabilir. Böyle bir durumda hücre kansere karşı savunmasız kalıyor olabilir
  2. Muhtemel bir başka açıklama ise kanser hücrelerinin anöploidisi** olması. Bu dejenere hücreler genellikle yanlış bölünür, bu da ortaya çıkan yeni hücrelerin, çoklu kromozom setine sahip olduğu anlamına gelir.

Anöploid**: Hücre içerisinde herhangi bir kromozomun 1 ya da 2 den fazla kromozom kopyasının bulunması. Tek kopya bulunması durumuna monozomik, üç kopya bulunmasına trizomik.

Daha fazla araştırma ihtiyaç var

Bu iki açıklamalardan hangisinin doğru olduğu ve XIST aktivasyonunun tümör büyümesini etkileyip etkilemediği ve nasıl etkilediği henüz net değil. Araştırmanın baş yazarı Viswanathan, “Bunu gelecekteki çalışmalarda daha ayrıntılı olarak araştıracağız” diyor ve bu bulguların gelecekte kanserle mücadele ve tedavide yol gösterici olabileceğini öne sürüyorlar (3)

Özet:

Mekanizma tam olarak bilinmese de bu araştırmadan özetle şunu anlıyoruz:

  1. XIST geni normalde sadece sağlıklı kadınlarda iki X kromozomundan birini dışı bırakıyor..
  2. Sebebi tam olarak anlaşılamayan bir faktör, XIST genini erkeklerde aktif hale geçirerek X kromozomunu devre dışı bırakıyor.
  3. X kromozomunun devre dışı kalması ile X kromozomu üzerinde bulunan ve görevi kanseri önlemek olan genleri devre dışı bırakıyor ve erkeklerde akciğer, böbrek, kalp, beyin, tiroid ve karaciğer kanserinin sebebi oluyor.

Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. X inactivation in human testicular tumors. XIST expression and androgen receptor methylation status.
  2. XIST lost induces ovarian cancer stem cells to acquire taxol resistance via a KMT2C-dependent way
  3. Somatic XIST activation and features of X chromosome inactivation in male human cancers

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 17. Kasım 2022 in Allgemein

 

Orgazm nedir ve orgazm sırasında neler oluyor

Orgazm nedir

Orgazm, genellikle cinsel uyarılmanın zirvesine ulaşıldığında hissedilen güçlü bir zevktir. Bir dakikadan az süren bu deneyim vücudun tamamen istisnai ve çok özel bir durumudur. Hiçbir deneyimi orgazm kadar yoğun bir şekilde deneyimlemiyoruz.

Bir erkekle, bir kadınla seks yaparak veya mastürbasyon yaparak orgazma ulaşılır. Herkes az veya çok orgazm yaşamıştır ama orgazm konusu hem toplumda hem de bilimde halâ birçok gizemi barındırıyor. Zihin, orgazm esnasında tamamen devre dışı kalmış gibi görünse de durum hiç de böyle değildir.

Bu makalede, özgürleşme, gevşeme, rahatlamanın olduğu doruk sırasında tam olarak ne oluyor, orgazm neden vardır, erkek ve kadın orgazmı arasındaki fark nedir gibi soruların cevabı yer almaktadır.

Orgazm sırasında neler oluyor

Orgazmın birkaç fiziksel belirtisi vardır. En göze çarpan işaret, cinsel organlarda ve vücutta çok yoğun zevkli bir histir. Vajina veya penis kaslarının yanı sıra anüs kaşlarında da saniyede 5 ile 8 kez kasılma olur. Kalp atış hızı ve solunum hızlanır. Orgazm sırasında penisten 1-2 yemek kaşığı sperm fışkırarak çıkar. Buna boşalma denir. Ancak boşalmadan orgazm olmak veya orgazm olmadan boşalmak mümkündür.

Vajinanın orgazm öncesinde ve sırasında ıslanması yaygındır. Orgazm öncesinde veya sırasında farklı sıvıların vulvadan damlaması veya squirting  (fışkırması) mümkündür. Squirting (fışkırma) ile çıkan sıvı idrar değildir ve squirting bazı kadınlarda olurken bazılarında olmaz.

Orgazm, bazen çok yoğun, bazen çok hafif ve bazen ikisinin arasında olabilir. Bu cinsel olarak ne kadar rahat, ne kadar heyecanlı ve orgazm olmadan önce ne kadar cinsel açlık hissettiğinize bağlı olarak değişir.

Orgazm neden vardır? Orgazm esnasında tam olarak ne olur? Erkek ve kadın orgazmları arasındaki fark nedir? kadın ve erkekte orgazmın biyolojik işlevi nedir gibi sorular yıllardır araştırılmasına rağmen hakkında bilmesi gereken halâ çok şey vardır. Bu nedenle orgazm halâ gizemini koruyor.

Orgazm sırasında hormonal dalgalanmalar

Kadınlarda ve erkeklerde orgazm farklı görünse de beyindeki algı ve temel süreçler her iki cinsiyette birbirine çok benzer. Eğer bir tetikleyici uyaran yeterince yoğunsa, bu sinir ve endokrin sistemlerin faaliyete geçmesine sebep olur. Beyindeki en önemli nokta hipotalamus tur ve görevi hormonları kontrol etmektir. Ancak duygular zirveye ulaşmadan önce birkaç şey daha olur. Önce genital duyu korteksi cinsel organı uyarılarak aktive eder. Korteksin farklı bölgeleri kimi zaman aynı anda birkaç erojen bölgeyi uyararak daha yoğun bir duygu oluşmasına da yol açabilir.

Doruk noktası geldiğinde, hipotalamus aniden sarhoş edici derecede orgazm hissine neden olan oksitosin (bağlanma hormonu) salgılar. Oksitosin hormonu kalp atış hızının artmasına, kısa süreli yüksek tansiyona, göz bebeklerinin genişlemesine ve özellikle de orgazmdan sonra partnere güven ve bağlanmayı teşvik eder. Ayrıca orgazm sırasında dopamin (mutluluk hormonu) salgılanarak bir tür mutluluk sarhoşluğuna neden olur. Buna ek olarak orgazm sırasında serotonin hormonu da salgılanarak ağrıya duyarlılık önemli ölçüde azalır. Serotonin ayrıca seksten sonra tatmin ve rahatlama duygularına da katkıda bulunur.

Sonrası

Cinsel ilişki bittikten sonra hipotalamus un aktivitesi tekrar azalır ve hipofiz bezi dopaminin sarhoş edici etkisine son vermek için prolaktin* hormonu salgılar. Prolaktin orgazm sonrası mutluluk hormonunun etkisini engeller ve doyum hissini destekler.

(Prolaktin*: Bu hormonu aslında hamilelik ve emzirme döneminde meme büyümesi ve süt üretiminden sorumlu bir hormondur ama orgazm sonrası sakinleştirici bir etkisi vardır.)

Cinsel birleşmenin dört evresi

Cinsel birleşmenin doruk noktası olan orgazm genellikle birkaç saniye süren karmaşık biyolojik bir süreçtir. Orgazm sırasında birçok organ etkileşim içindedir.

1- Uyarılma evresi:  Uyarılma evresi, dokunma, hayal gücü veya bilinçaltıyla tetiklenir. Bu evrede her iki cinste cinsel organlar şişer. Kadınlarda klitoris, vajina duvarları ve meme uçları erekte olur. Ayrıca vajinayı nemlendiren salgı üretilir. Erkeklerde ise kan damarları genişleyerek penise daha fazla kan pompalanır. Damarlarda sıkışan kan dışarı çıkamadığı için penisin erektil dokularında genişlemeye, dolayısı ile peniste sertleşmeye sebep olur.

2- Plato evresi: Uyarılma evresini yüksek düzeyde hazzın devam ettiği plato evresi izler. Bu evrede bazı insanlar yüksek düzeydeki hazzı dalgalı olarak yaşarlar. Bir sonraki aşamaya, yani doruk noktasına gelmeden hemen önce, erkekler ejaculationun (boşalma) kaçınılmazlığını yaşarlar. Bu aşamada spermler sperm kanalından prostata pompalanır ve orada sperm sıvısı ile karışarak idrar yoluna yönlendirilirler. Bu süre sadece birkaç saniye sürer.

3- Orgazm: Erkekler doruğa ulaştığında, sperm ritmik kas kasılmaları ile saatte yaklaşık 17 kilometre hızla penisten dışarı atılır. Aynı zamanda idrar yolu mesaneye kapatılır. Erkeklerin doruk noktası ortalama olarak yaklaşık 12 saniye sürer.

Kadınlarda orgazm çok daha karmaşıktır. Vajina dış kısmı ve rahim çevresindeki kasların yaklaşık 0,8 saniyelik bir ritimde kasılması ve genişlemesi ile gerçekleşir. Orgazm kadınlarda yaklaşık 13 ila 51 saniye sürer. Bu aşamada bazı kadınlar tıpkı erkeklerdeki boşalma benzeri bir durum yaşarlar. Varlığı birkaç yıldır bilimsel olarak doğrulanmış olan bu durum Squirting (fışkırma) olarak adlandırılır.

Squirting’in özellikle yoğun bir zevk deneyimi ile ilişkilidir ve kadın prostatı olarak da adlandırılan skene bezleri ile ilişkisinin olduğu artık biliniyor. Ancak, tüm kadınların skene bezlerine sahip olup olmadığı ve dolayısıyla her kadında Squirting (fışkırma) olup olmayacağı henüz kesin olarak bilinmiyor. Bilindiği kadarıyla squirting orgazmın farklı zamanlarında, G-noktası veya G-bölgesinin uyarılması ile ortaya çıkmaktadır.

Sıvının bileşimi: Squirting esnasında salgılanan salgının bileşimi tam olarak bilinmiyor ancak Nisan 2022’de yayınlanan bir araştırmada, orgazm esnasında farklı sıvıların atıldığı ve bu nedenle Female ejaculation(FE) yani kadın boşalması ile Squirting (SQ) arasında bir ayrımın yapılması gerektiği vurgulanıyor.

Buna göre, Female ejaculation (FE) skene bezleri tarafından salgılanan ve yüksek konsantrasyonda prostata özgü antijen, yani protein içeren yapışkan bir sıvıdır. Bu renksiz sıvı mesaneden gelir ve idrara benzer ama idrar değildir (1).

4- Çözülme evresi (Refrakter Faz): Çözülme ya da refrakter faz, tepe noktasından hemen sonra gelir. Zevk duygusu hızla azalır ve sonunda tamamen yok olur. En azından erkekler için durum böyledir ama kadınlar için daha ileri plato evreleri olabilmektedir. Bu nedenle kadınlar erkeklerden farklı olarak arka arkaya birden fazla orgazm yaşayabilmektedir.

Orgazm esnasında hem kadınlarda hem de erkeklerde solunum hızı ve nabız önemli ölçüde artar, kan damarlarından kaslara ve organlara kan hızla akarak bu yapılara daha fazla oksijen ulaşır.

İlişkide kadınların orgazm olma olasılığı daha düşük

Kadınların heteroseksüel bir ilişki sırasında orgazm olmamasına rağmen orgazm oluyormuş gibi rol yaptığını gösteren bir çok rapor vardır.

ABDde 50.000’den fazla kişinin katıldığı araştırmada, erkeklerin yaklaşık yüzde 95’inin ve kadınların ise sadece yüzde 65’inin heteroseksüel ilişki yoluyla orgazma ulaştığı tespit edildi. Araştırmaya göre kadınların neredeyse üçte biri erkeklerle seks yaparken orgazm olamıyor (2).

Hangi koşullar kadınların orgazma ulaşmasını zorlaştırıyor

Kadınların seks sırasında erkeklere göre daha az orgazm olması, kadın orgazmının genellikle daha karmaşık olmasından da kaynaklanmaktadır. Birçok farklı erojen bölge ve dolayısıyla birçok farklı tercih vardır. Psikolojik baskı da orgazmı olumsuz etkileyen bir başka faktördür. Bu nedenle, bir kadının orgazma ulaşabilmesi için partneri ile iletişiminin iyi olması ona güvenmesi ve partnerinin kadın bedenini iyi tanıması gerekmektedir.

Kadın orgazmı konusunda tarihsel yanılgı

Uzun yıllar gerek toplumda gerekse bilimde Freud’un vajinal orgazm teorisi kabul gördü. Bu teoriye göre klitoris klitoral glans adı verilen dışarıdan görünen boncuk şeklindeki kısımla sınırlıydı. Bu görüş uzun süre klitorisin öneminin göz ardı edilmesine sebep oldu. Ancak durumun hiç de böyle olmadığı daha sonra yapılan araştırmalar ile ortaya çıktı. Buna göre klitoris dışardan görünen kısmın dışında iç kısımda iki kola ayrılarak üretra ve vajinayı at nalı şeklinde çevrelemektedir. Klitorisin bu yapısı klitorisin vajinal orgazm sırasında dolaylı olarak uyarılmasına sebep olmaktadır.

Bütün yollar klitorise (C Noktası) çıkıyor

Kadın orgazmı nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin Klitoris çok önemli bir rol oynuyor. Yani durum Freud’un teorisinin tam tersi. Anatomik olarak klitoral glans erkek glansına çok benzer. Ancak sinir uçları çok daha küçük bir alana dağıldığı için uyarılara yaklaşık 50 kat daha duyarlıdır. Oysa vajina ve vajina iç duvarları, klitorisin glansına göre çok daha az hassastır, bu yüzden birçok kadın vajinal seks yoluyla orgazma ulaşamaz.

Kadın orgazmının biyolojik kökeni

Erkek orgazmı fonksiyoneldir, kadın orgazmı değildir: Erkek orgazmının neden var olduğu ve neye hizmet ettiği açıktır. Üreme için boşalma gereklidir. Bu nedenle orgazm ve buna bağlı boşalma spermin kadının genital yoluna getirmesine hizmet eder.

Kadın orgazmı üremede doğrudan bir rol almaz. Kadının seks yapmadan veya orgazm olmadan da döllenmesi mümkündür. Peki o zaman kadında orgazm neden var?

Kadın orgazmının hem kökeni hem de işlevi halâ bilimsel bir gizemdir. Ama konuda bazı teoriler var.

1. Teori: Bu teoriye göre kadın orgazmının bugünkü işlevi ne olursa olsun, kökleri geçmişe dayanıyor. Kadın orgazmı başlangıçta tıpkı erkeklerinki gibi üremeye hizmet ediyordu. Bu teori günümüzde halâ memeliler ve kemirgenler için geçerlidir.

Örneğin tavşanlarda cinsel uyarılma ve orgazm süreci tek farkla insanlar ile aynıdır. Tavşanlarda yumurtlamaya neden olan hormon sadece orgazm anında salınırken bu hormon insan orgazmı sırasında artık salınmamaktadır. Ancak kadın orgazmı sırasında salgılanan çok fazla miktardaki prolaktin ve oksitosin hormonu bu teoriyi destekler nitelikte. Çünkü fareler gibi birçok memelide bu hormonların da adet döngüsü üzerinde etkisi bulunmaktadır.

Bu teoriye göre, insanların ve diğer birçok memelinin düzenli aralıklarla yumurtlama döngüsü cinsel yaşamdan bağımsız olarak evrimsel süreçte gerçekleşti. Bağımsız yumurtlama döngüsünün evrimleşmesinin olası bir nedeni, insanlarda ve bazı memeli dişilerinde klitorisin vajinadan nispeten uzak olmasıdır. Bu durum penetrasyon ile uyarılmayı, yani vajinaya girme ile uyarılmayı azaltmaktadır. Bu da orgazm olma şansını azalttığı için yumurtlamayı dolayısı ile üremeyi tehlikeye düşürmektedir. Klitorisin vajinadan nispeten uzak olması bizi yumurtlamanın klitoral uyarılmadan bağımsız evrimleştiği hipotezine götürüyor.

2. Teori: Bir başka evrimsel biyolojik teori, klitoris ve penisin anatomik benzerliğine dayanmaktadır. Klitoris penis gibi cinsel olarak uyarıldığında kanla dolabilir ve kendi boyutunun iki katı kadar şişebilir.

Her iki organ da beyne uyarı gönderen hassas duyu hücreleriyle yoğun bir şekilde kaplıdır. Kadın ve erkek embriyoların erken gelişim evresinde benzerlikler özellikle dikkat çekicidir ve her iki cinsel organ anatomik olarak aynı dokudan ve benzer nöral yapılardan oluşurlar. Bu nedenle, uyaranlara verilen tepkinin de bu ortak köklere geri gitmesi mantıklıdır. Bu durumda kadın orgazmı, erkek orgazmının bir tür gelişimsel yan ürünü olacaktır.

3. Teori: Bu teoriye göre, orgazm esnasında vajina ve uterus kaslarının kasılması spermin yumurta hücresine ulaşmasını kolaylaştırıyor ve dolayısıyla döllenme şansını artırıyor. Ancak, bu teori halâ kanıttan yoksundur.

4. Teori: Bu teoriye göre orgazm esnasında salgılanan hormonların önemli bir psikolojik işleve olabilir. Örneğin, dopamin ve oksitosin, güçlü bir mutluluk bağlanma hissi sağlar. Bu olumlu duygular, kişinin tekrar seks yapmak istemesine neden olabilir ki, bu da üreme başarısını artıracaktır. Sonuç olarak, hormonlar türlerin hayatta kalması için de itici bir güç veriyor olabilir. (3) (4) (5)


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 


 

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

  1. Female ejaculation and squirting as similar but completely different phenomena: A narrative review of current research
  2. Differences in Orgasm Frequency Between Gay, Lesbian, Bisexual, and Heterosexual Men and Women in a U.S. National Sample
  3. What the Evolution of Female Orgasm Teaches Us
  4. The Evolutionary Origin of Female Orgasm
  5. An experimental test of the ovulatory homolog model of female orgasm

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 

 

 

 
Yorum yapın

Yazan: 11. Kasım 2022 in Allgemein

 

Kanser vakalarında metastaz oluşumunu engelleyen madde: ANGPLT4

Metastaz, birincil tümörden ayrılan kanserli hücrelerin vücudun başka bir yerinde ortaya çıkmasıdır. Kanserli hücreler bu şekilde yayılmaya başladığında, savaşmak genellikle zordur. Bu yüzden metastazlar kanserin en korkulan sonucudur.

Bir tümörün metastaz yapıp yapmaması genetiğine, strese, beslenme alışkanlığına, yaralanmalara, cerrahi tedavi, radyoterapi, kemoterapi gibi dış faktörlere bağlıdır.

Metastaz, ana tümör cerrahi veya kemoterapi ile çıkarıldıktan sonra ortaya çıkar

Umut veren bir keşif: Kanser metastazlarının neden sadece ana tümör cerrahi veya kemoterapi ile çıkarıldıktan sonra ortaya çıktığını bulundu.

Bu keşif kanser tedavisinde yeni bir yaklaşım olacak. Buna göre, birincil tümör kendi büyümesini lokal olarak teşvik eden bir haberci madde salgılar. Ancak bu haberci madde kanda parçalandığı için metastaz oluşumunu kendiliğinden engellenmiş olur. Haberci maddenin bu özelliğinin keşfi metastaz oluşumunu önlemek için yakın gelecekte tedavi için kullanılabilir.

Tümör haberci madde arayışı

Metastaz oluşumu en çok meme kanseri ve melanomda yaygındır. Peki ama metastazlar neden sıklıkla sadece primer tümör cerrahi veya kemoterapi ile ortadan kaldırıldığında başka bir bölgede ortaya çıkıyor? Yaygın bir teoriye göre bunun nedeni, birincil tümörün orjinal yerinde ikinci bir tümörün büyümesi baskılanıyor olması.

Birincil tümör ile metastazlar çift yönlü bir iletişim ağı oluştururlar. Bu iletişim ağının moleküler mekanizması ve birincil tümörün engelleyici etkisi daha önce belinmiyordu.

Heidelberg Üniversitesi’nden Corinne Hübers, birincil kanser tümörünün hangi haberci maddeleri serbest bıraktığı ve bu haberci maddelerin metastazlar üzerinde ne gibi etkileri olduğunu araştırmak için farelerde floresan belirteçler kullandılar. Araştırmanın odak noktası birincil tümör ile metastazlara kan akışını düzenleyen haberci maddeler üzerindeydi.

ANGPLT4 hem kanseri teşvik ediyor hemde metastazı önlüyor

Araştırmada 38 haberci madde kullanıldı. Yapılan uzun testlerden sonra 38 haberci maddelerden ANGPLT4 (Angiopoietin-like 4 ) adında bir haberci madde öne çıktı. Zira bu madde çift yönlü bir özelliğe sahipti. Yani bir taraftan yeni kan damarlarının oluşumunu teşvik ederek tümörün büyümesine yardımcı olurken, diğer yandan metastaz gelişimini engelliyordu.

nANGPLT4, metastazlara kan akışını engelliyor

ANGPLT4 molekülü kana girdiğinde orada bulunan aktif enzimler tarafından parçalanarak iki parçaya bölünüyor.

  1. cANGPLT4 (C-terminal fragman): Bu parça pro- tümörojenik bir etkiye sahip. Yani yeni kanser türlerinin oluşumunu teşvik ediyor.
  2. nANGPLT4 (N-terminal fragman):  Bu parça kanserli hücrelere kan akışını engelleyeek metastazı bastırıyor.

nANGPLT4 parçasının metastazı neden bastırdığı henüz bilinmiyor ancak araştırmacılara göre N-terminal fragmanın, C-terminal fragmanından farklı bir reseptöre bağlanıyor. Bu fark muhtemelen bu iki molekülün zıt işlevlerinin sebebi olabilir.

Yapılan ileri araştırmalarda nANGPLT4 (N fragmanı) ile tedavi edilen kanserli farelerde daha az metastaz oluştuğu ve daha uzun yaşadığı tespit edildi.

DKFZ’den yapılan açıklamada, kanda ne kadar fazla nANGPTL4 varsa, prognozlarının o kadar iyi olduğu, miktarın eksik olması veya zamanla azalması durumunda ise uyku halindeki metastatik tümör hücrelerinin tekrar aktif hale geçerek tehlikeli makro metastazlara dönüşebileceği bildirildi.

Özet

Bu araştırmayı maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz.

  1. Kanserli hücre bir taraftan çoğalırken diğer taraftan kana yeni kanserli hücreleri bırakır.
  2. Kanserli hücreler bir taraftan çoğalırken diğer taraftan yeni oluşan kanserli hücrelere kan damarı oluşumunu sağlayacak olan ANGPLT4 adında bir madde üretir.
  3. ANGPLT4 maddesi aynı zamanda kana da bırakılır.
  4. Kana bırakılan ANGPLT4 maddesi kanada bir enzim tarafından parçalanarak cANGPLT4 ve nANGPLT4 olmak üzere iki parçaya ayrılır.
  5. İkiye ayrılan parçalardan nANGPLT4 olanı kana karışan tümör hücrelerini yok ederek onların metastaz oluşturmasını engelliyor.
  6. Kanserli hücre ameliyat ve kemoterapi ile ilk ortaya çıktığı orjinal yerinde yok edilirken, artık ANGPLT4 üretemediği için kana karışan kanserli hücreler diğer doku ve organlara giderek metastaz oluştururlar.
  7. Başka bir ifadeyle metastaz ameliyat ve kemoterapiden sonra ortaya çıkıyor

Sonuç

Yeni bulguların metastaz ile mücadelede, dolayısıyla kanser tedavisinde iyi bir yol olabileceğini gösteriyor. N-terminal fragmanı veya benzer mekanizmasına sahip başka bir molekül, metastaz oluşumunu önlemeye yardımcı olabilir. Zira nANGPLT4 ile tedavi edilen kanserli farelerin, tedavi edilmeyen türdeşlerine göre daha az ikincil tümör geliştirdiği ve daha uzun süre hayatta kaldığı zaten kanıtlandı.


Konu hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Primary tumor–derived systemic nANGPTL4 inhibits metastasis

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 28. Ekim 2022 in Allgemein

 

Grip virüsünün kan pıhtılaşmasına etkisi

Paul Ehrlich Enstitüsü’nde yapılan bir araştırmada, kemik iliğinde pasif halde bulunan kan kök hücrelerinin bir grip enfeksiyonu sırasında aktif hale geçtiği bulundu. Bu aktivasyon, çok fazla sayıda trombosit oluşumunu tetiklerken tromboz riskini de, yani damarlarda pıhtı oluşturma riskini de beraberinde getirmektedir.

Trombositlerin hızlı artmasını, şiddetli COVID-19 vakalarından biliyoruz. Bu süreçte Interlökin-1 ve Iterlökin-6 haberci maddeleri kilit rol oynar.

Grip ile Covid-19 arasında paralellikler

Her yıl, kış aylarında influenza (grip) virüsünün neden olduğu değişen şiddette grip dalgaları görülür. Bağışıklık sistemi bu enfeksiyon ile mücadele etmek için alarma geçerek sitokinlerin* (haberci maddeler) salınımı gerçekleştirir. Bu reaksiyonlar, SARS-CoV-2 korona virüsünün neden olduğu şiddetli COVID-19 seyrine benzer.

Sitokin*: Sitokinler, hücreler arasında sinyalleri iletmeye ve onların çoğalma ve farklılaşmasını kontrol eden düzenleyici peptit veya protein grubudur. B lenfositler, T lenfositler, katil hücreler (NK’ler) ve fibroblastlar gibi farklı birçok yapı tarafından oluşturulurlar. Birçok alt grubu vardır ve bunların gerek oluştuğu yer gerekse hastalıklarla mücadele farklı görevleri vardır. Yüsek stokin salınımı bir sitokin fırtınasına yol açarak akciğer hücrelerinde hasarlara yol acar.

Akciğerlerin grip virüsü ile enfekte olmasının kan oluşumuna etkisi

Trombositler de dahil olmak üzere tüm kan hücreleri kemik iliğinde uyku halinde bulunan hematopoetik kök hücreler (haematopoietic stem cells, HSCs) tarafından yenilenirler. Bu yenilenme, hematopoetik kök hücrelerin kendini yenilemesi ve farklılaşması ile sıkı ilişkilidir.

Paul Ehrlich Enstitüsü’nden Marcel Rommel ve ekibi, grip enfeksiyonun kan oluşumu (hematopoez) ve trombosit oluşumunu nasıl etkilediğini anlayabilmek için aşılanmış fareleri H1N1 grip virüsü** ile değişen dozlarda enfekte ettiler ve sonraki günlerde kan kök hücreleri nin aktivasyon, farklılaşma ve hücre döngüsünü incelediler.


Sonuç

  1. Enfeksiyonunun ilk üç gününde trombositlerin miktarı azaldı (trombositopeni). Ancak daha sonraki günlerde yükseldi (trombositoz). Hızlı üretilen bu trombositler, olgunlaşmamış bir görünüme (fenotip) sahiptiler ve daha hızlı aktive edildiler (hiperreaktif).
  2. Kan kök hücreleri enfeksiyondan sadece iki gün sonra öncekinden çok daha hızlı bir şekilde aktive oldular.
  3. Kan kök hücrelerinin aktivasyonu, akciğerlere bulaşan grip virüs miktarı ile doğru orantılı bir şekilde arttı. Yani akciğerlere ne kadar çok virüs bulaştıysa, o kadar çok kan kök hücresi aktive edildi. Düşük dozlu enfeksiyonlarda ise kök hücre aktivasyonu gecikti ama engellenemedi.
  4. Enfeksiyondan sadece iki gün sonra, öncekinden daha fazla kan kök hücresi olgunlaşma sürecine girdi.
  5. Rejenerasyon evresinde kan kök hücreleri uyku evresine geri döndü. Aşılanmış farelerde uyku evresine geri dönüş diğerlerine göre daha hızlı gerçekleşti.

H1N1 grip virüsü**: Her yıl kış aylarında ortaya çıkan grip dalgasında biz insanları ve bazı hayvanları enfekte eden influenza A virüsünün bir alt türüdür.

Trombosit sayısının anormal artışının sebebi ne olabilir

Cevap: Süreçte birkaç öncü basamağın atlanması.

Trombositlerin nasıl bu kadar hızlı üretilebildiği sorusunu açıklığa kavuşturmak için araştırma ekibi In vitro soy izleme (In vitro lineage tracing) ve kemik iliği transplant ları (Bone Marrow Transplants) gibi ileri teknikler

kullanarak aktive olmuş kan kök hücrelerini incelediler ve bunların alt kümesi olan öncü trombositlerin dış görünümlerinin farklı olduğunu buldular. Yani öncü trombositlerin dış görünümünde tipik belirteçlerin (Megakaryositleri) varlığı tespit edildi. Bu yüzey fenotipine sahip hücreler birçok basamağı atlayarak hızlı bir şekilde çoğalır.

Trombositlerde hızlı çoğalma kan pıhtılaşma riskini (tromboz) arttırıyor

Bir iltihaplanma veya herhangi bir hastalığa yanıt olarak Kan kök hücre hızlı farklılaşması sürecine yani acil megakaryopoez (emergency megakaryopoiesis) girerek trombosit öncü hücreleri oluştururlar. Bu yeni üretilen öncü trombositler normal trombositlerden daha büyük, olgunlaşmamış ve daha hızlı aktive olma eğilimindedir. Bu da akciğerlerde daha yüksek kan pıhtılaşması riskine yol açabilir.

Gribal enfeksiyonda tromboz (kan pıhtılaşma) riski var

Acil megakaryopoez un şimdiye kadar, grip gibi viral solunum yolu hastalıkları ile bir bağlantısının olduğu bilinmiyordu. Yapılan bu araştırma, ilk olarak grip enfeksiyonun da, trombositleri hiperreaktif duruma getirdiği ve özellikle akciğerlerde yüksek kan pıhtılaşması riskine yol açabileceği gösterdi.

İnfluenza (Grip virüsü) enfeksiyonu ile enfekte edilen farelerde bulaşı solunum yolu ile sınırlı olmasına rağmen, enfekte farelerin kemik iliğinde IL-1 ve IL-6 adında iki sitokin yüksek seviyede bulundu. Yapılan bu araştırma, bu iki sitokinin, grip enfeksiyonlarında kan kök hücrelerinin aktivasyonuna ve acil megakaryopoez önemli ölçüde katkıda bulunduğunu gösterdi.

Bu keşif, İnfluenza ve diğer solunum yolu enfeksiyonlarının tadavisinde değişik stratejilerin geliştirilebileceğini gösteriyor.



Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

Influenza A virus infection instructs hematopoiesis to megakaryocyte-lineage output

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 25. Ekim 2022 in Allgemein

 

Sigara kadınlarda östrojen üretimini engelliyor

Nikotinin, kadın ve erkekte farklı etki gösterdiği uzun süreden beri bilinmektedir. Buna göre erkeklerin sigara bağımlısı olma olasılığı kadınlara göre yaklaşık iki kat daha fazla ama buna karşılık kadınlar sigarayı erkeklere göre daha zor bırakmaktadır. Örneğin, kadınlar Nikotin bandı tedavisine (nicotine replacement therapy, NRT) daha az yanıt verirken, daha sık relaps (yeniden başlama) yaşarlar.

Nikotin, beyinde nikotin yakalayıcı nikotinik asetilkolin reseptörleri (nAChR) aracılığıyla hareket eder. Son zamanlarda yapılan bilimsel araştırmalar ışığında bu konuda cinsiyet hormonlarının da ek bir etkisinin olduğu artık tartışılıyor. Bu da sigara içen kadınların sigara içmeyenlere göre daha erken menopoza girmesi gibi bazı bulguları destekliyor (1).

Nikotinin östrojen üretimi üzerindeki etkisi

İsveç Uppsala Üniversitesi’nden Erika Comasco ve meslektaşları nikotinin kadın beyninde nasıl bir etki yaptığını görmek amacı ile on kadın ile bir araştırma yaptı.

Daha önce hayvanlar ile yapılan ve şimdi de ilk olarak insanlarda tekrarlanan bu pilot çalışma, tek bir sigarada bulunan nikotin miktarının, kadın beyninde östrojen hormonu üretimini geçici olarak bloke etmek için yeterli olduğunu gösterdi. Bu sonuçlar muhtemelen kadınların nikotine karşı erkeklere göre neden farklı tepki verdiğini, örneğin kadınların sigarayı bırakmada neden daha fazla zorlandığını açıklayabilir.

Araştırma nasıl yapıldı

Burun spreyi içerisine, tek bir sigara içerisinde bulunan nikotin miktarına karşılık gelecek şekilde bir doz nikotin konuldu ve deneklere burun yolu ile verildi. Ayrıca nikotinin vücutta takibini yapabilmek için Aromataz* enzimine bağlı radyoaktif özelliğe sahip bir substrat enjekte ettiler. Radyoaktif olarak işaretlenmiş aromatazın beyinde nerede ve hangi miktarlarda aktif olduğunu belirlemek için manyetik rezonans görüntüleme (MRT) ve pozitron emisyon tomografisi (PET) görüntüleme tekniği kullanıldı. Ayrıca deneklerin kan örnekleri kullanarak hormon salınımını da ölçüldü. 

(Aromataz*: Östrojen hormonunun üretiminden sorumlu bir enzim.)

Talamusta blokaj

Sonuç:

  • Nikotin spreyi verilmeden önce: Yapılan beyin taramalarında, östrojen hormonu beklenildiği gibi öncelikle diensefalon (ara beyin), talamus, hipotalamus ve amigdala‘da tipik bir dağılım modeli gösterdi. (Not: Limbik sisteme ait olan bu beyin bölgeleri, endokrin sistem ve birçok temel vücut fonksiyonu için önemli kontrol merkezleridir.)
  • Nikotin speryi verildikten sonra: Nikotin alımı Aromatazın tipik dağılım modelini değiştirdi. Talamustaki Östrojen hormonunun üretiminden sorumlu enzim miktarı önemli ölçüde düştü ki, bu durum bu alanda östrojen üretiminin bloke edildiğinin bir göstergesidir.

Bir sigaraya eşdeğer tek bir nikotin dozunun kadın beyninde östrojen üretim mekanizmasını kapatması şaşırtıcı olduğu kadar önemli bir bulgu.

Kemirgenler ve babunlarda benzer sonuçlar elde edilmişti

Aynı araştırma önceki yıllarda kemirgenler ve babunlar ile de yapılmıştı. Araştırmada nikotin, kemirgen fetüsünde ve yeni doğan kemirgenlerde östrojen üretimini bloke ettiği ve aynı etki nikotin metaboliti olan kotininde de görülmüştü.

İlk olarak kadınlarda yapılan bu araştırmanın sonuçları ile kemirgen ve babunlar ile yapılan araştırmanın sonuçları uyumlu çıktı (2).

Dişi babunlar ile yapılan bir başka deneyde de, benzer sonuçlar elde edilmişti. Babunların PET taramasında da nikotinin, östrojen sentezini bloke ettiğini görülmüştü. Ancak hemen belirtmekte yarar var, babunlardaki blokaj insanlarda olduğu gibi talamusta değil, beynin amigdala ve striatumun bölgelerinde gerçekleşti (3).

Bir görüş: Kadınların sigarayı erkeklere göre daha zor bırakması ve nikotin bağımlılığının daha fazla olması, nikotinin östrojen üretimini bloke etmesi ilgili olabilir ama bu muhtemelen tek sebep değil.

İhtimal o ki kadınların nikotin bağımlılığına yatkınlığı genetik yolla alma olasılığı erkeklere göre daha fazla. Bu nedenle sigarayla ilişkili akciğer kanseri veya kalp krizi gibi hastalıklardan etkilenme olasılığı kadınlarda erkeklere göre daha yüksek.

Bu araştırma, kadınların sigaraya erkeklerden neden bu kadar farklı tepki verdiğini açıklasa da, bu mekanizmada daha başka hormonların rol oynayıp oynamadığı konusunda pek bir şey söylemiyor. Bu nedenle bir sonraki adımda, nikotinin endokrin sistem üzerindeki tüm etkileri ve bu etkisinin hangi reaksiyonlarda yer aldığı araştırılması gerekiyor (4).

Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Cigarette Smoking and Risk of Early Natural Menopause
  2. Nicotine Alters Estrogen Receptor-Beta-Regulated Inflammasome Activity and Exacerbates Ischemic Brain Damage in Female Rats
  3. Nicotine Blocks Brain Estrogen Synthase (Aromatase): In Vivo Positron Emission Tomography Studies in Female Baboons
  4. Nicotine dose in a single cigarette blocks estrogen production in women’s brains

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 19. Ekim 2022 in Allgemein

 

Hormon tedavisi, Down sendromlularda zihinsel iyileşme sağlıyor

Down sendromu, hamilelik sırasında embriyonik hücre bölünmesindeki bir hatadan kaynaklanır. Bölünme sırasında 21. kromozom tamamı veya bir kısmı iki kopya yerine üç kopya oluşturur. Trizomi 21 olarak da bilinen bu genetik bozukluk istatiksel olarak yaklaşık her 800 çocukta 1 görülür ve onların fiziksel ve zihinsel gelişimini etkiler.

Özel bir hormon tedavisi Down sendromlularin bilişsel performanslarını iyileştirtigini gösterdi. Gonadotropin salgılatıcı hormonun (GnRH) hormonun ile yapılan bu pilot çalışmada yedi erkek Down hastasının bilişsel performanslarını iyileştirmelerine yardımcı olduğu görüldü.

Farelerle yapılan başka bir çalışma da, bu etkiyi doğrulayarak mekanizmayı netleştirdi. Eğer bu etki daha sonraki çalışmalarda da doğrulanırsa, etkilenenler için umut verici bir tedavi olacak.

 Gonadotropin salgılatıcı hormonun (GnRH)

Fransa’daki Lille Üniversitesi’nden Maria Manfredi-Lozano, “Trizomi 21, zihinsel engelliliğin en yaygın genetik nedenidir ve şimdiye kadar bunun tedavi seçenekleri sınırlıydı ama bu şimdi değişebilir“ diyor. Çünkü Manfredi-Lozano ve ekibi bilişsel eksikliklerin olası bir nedenini belirlediler ve onu tedavi etmenin bir yolunu buldular.

Araştırmanın başlangıç noktası: Down sendromlu kişilerde genellikle ergenlikten sonra koku alma bozuklukları ve kısırlıktan muzdarip olduğu ve bu iki problemin ortaya çıkmasında Gonadotropin salgılatıcı hormonun (GnRH) işleviyle yakından bağlantılı olduğu biliniyordu.

Gonadotropin salgılatıcı hormonun (GnRH), hipotalamustaki özel beyin hücreleri tarafından salgılanır ve öncelikle cinsiyet hormonlarının üretimini düzenler. Yapılan son araştırmalar bu hormonun çeşitli beyin fonksiyonlarını etkilediğini ve daha yüksek zihinsel performansı etkileyebileceğini düşündürmektedir. İşte Manfredi-Lozano ve meslektaşlarının çıkış noktası burası oldu ve GnRH, Down sendromunun bazı fiziksel ve zihinsel semptomlarına da dahil olabileceğini düşündüler.

GnRH ayrıca beyin fonksiyonlarını da etkiler

Araştırmacılar bu konuyu açıklığa kavuşturmak için önce genetiği değiştirilerek Down sendromulu yapılan farelerin beyinlerini incelediler ve buna bağlı olarak farelerin GnRH üreten nöronlarının aktivitesinin bozulduğunu görüdüler. Aslında bozulma sadece hipotalamustaki nöronlarda değil aynı zamanda zihinsel performans ve hafıza ile ilgili olan hipokampus ve korteksdeki hormon üreten alanlar da oldu.

Yapılan ileri analizler, nöronlardaki bozulmalar farelerin sadece fiziksel gelişimini değil aynı zamanda bilişsel işlevlerini de etkilediğini gösterdi.

Ayrıca sağlıklı farelerin GnRH geni yapay olarak bloke edildiğinde, sağlıklı farelerin tıpkı Down sendromulu farelerde olduğu gibi öğrenmede zorluklar yaşadığı ve koku alma bozuklukları yaşadığı görüldü. Bu da yukardaki çalışmayı teyit eder nitelikteydi.

GnRH hormon uygulaması, farelerde bilişsel eksiklikleri iyileştirir

Nöronal hormon üretimindeki işlev bozukluğu telafi edebilirse, Down sendromlulardaki zihinsel eksiklikler de en azından kısmen giderebilir. Bilim insanları bu fikrin gerçekte doğru olup olmadığını anlamak için farelerle bir test daha yaptılar. Buna göre, Down senromlu farelerin derilerinin altına, GnRH hormonunu düzenli aralıklarla salgılayan bir pompa yerleştirdiler. Bu uygulamadan15 gün sonra, fareler öğrenme ve bilişsel becerilerde önemli gelişme gösterdi.

GnRH hormon uygulaması Down sendromlu hastalarında da işe yarar mı?

GnRH hormon tedavisi de uzun süreden beri insanlar için onaylanmıştır. GnRH eksikliğinden kaynaklanan kısırlık tedavisinde kullanılmaktadır. Bu nedenle GnRH hormon tedavisinin uygulanmada bürokratik bir engel yok. Bu durum Down sendromlu gönüllü yedi erkek ile pilot çalışma yapma imkanı verdi. Yedi gönüllü hastasının tamamında önemli bilişsel eksiklikler, koku almada bozukluklar vardı ve dört hastanın konuşulanları anlamada sorunları vardı.

Bu Pilot çalışmada, yedi katılımcının hepsinin derilerinin altına, her iki saatte bir GnRH hormonunu belirli bir miktarda salan küçük bir pompa implante edildi. Altı ay sonra, standart testler kullanarak yedi deneğin zihinsel performansı tekrar test etti.

Sonuç: Yedi katılımcıdan altısında bilişsel performans iyileşti. Bu, görsel-mekansal testlerde daha belirgindi. Ayrıca deneklerde yürütücü işlevler (amaca yönelik karmaşık davranışlar), dikkat, epizodik bellekte (günlük olayların hafızası) belirgin iyileşmeler görüldü. Hormon tedavisi konuşma ve konuşulanı anlamayı da iyileştirdi.

Hormon tedavisinin bu olumlu etkisi, Fonksiyonel Manyetik Rezonans Tomografi ile yapılan beyin fonksiyonu incelemelerinde de görüldü. Buna göre GnRH tedavisinden sonra, korteks ve hipokampus dahil olmak üzere beynin düşünme ve hafıza ile ilgili bölgelerinde yeni sinirsel bağlantılar oluştu.

Büyük potansiyele sahip bir tedavi

Bu araştırmadan elde edilen sonuçlar, ileride GnRH hormon tedavisinin Down sendromlu kişilerde zeka ve bilişsel becrilerin gelişmesine yardım edebileceğini düşündürmektedir.

Araştırmayı yapan Maria Manfredi-Lozano, Sonuçların, çok merkezli randomize bir çalışmaya başlamak için yeterli olduğunu söylüyor.

Ayrıca bu çalışmada yer almayan ama Science dergisine yaptığı yorum ile bu çalışmaya destek veren Michigan Eyalet Üniversitesi’nden sinirbilimci Hanne Hoffmann, GnRH hormon tedavisinin Down sendromlu kişilerde bilişsel yetenekleri geliştirmek için yeni bir tedavi olabileceğini bildiriyor.


Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

GnRH replacement rescues cognition in Down syndrome

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 3. Ekim 2022 in Allgemein

 

Kan grubu felç riskini etkiliyor

AB0 kan grubu, genler tarafından belirlenir ve ebevyenlerden çocuklara aktarılır. A, B, AB, O olmak üzere dört ana kan grubu vardır.

Kan grubu, kırmızı kan hücrelerinin yüzeyinde hangi glikoproteini taşıdığına veya taşımadığına göre belirlenir.

Kan grubu, yalnızca kan naklinde değil, aynı zamanda belirli hastalıklara duyarlılık konusunda da önemlidir.
Kan grupları ile hastalıklar arasında ilişki

Yapılan birçok araştırma kan grupları ile çeşitli hastalıklar arasında ilişki olduğuna işaret ediyor. Tromboz, pankreas kanseri, safra taşı, böbrek taşı, üreter taşı oluşumu, tiroid hastalıkları, hipertansiyon, ishalli patojenler ve SARS-CoV-2 koronavirüs gibi enfeksiyonal hastalıkların ortaya çıkmasında da kan grupları rol oynamaktadır. Ayrıca özellikle A ve AB kan gruplarının daha yüksek damar hastalıkları ve kalp krizi riski ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir.
A kan grubu gen varyantı genç yaşta felç riskini artırıyor

Baltimore’daki Maryland Üniversitesi’nden Thomas Jaworek liderliğindeki uluslararası bir araştırma grubu, kan grubu ile felç riski arasında başka bir bağlantının daha olduğunu ortaya çıkardı.

42 genom çalışmasını içeren bu meta-analizinde özellikle 60 yaşın altındaki kişilerde iskemik inme riskini artıran gen varyantları arandı. Bu araştırma için yaklaşık 17.000 felç hastası ile 600.000 sağlıklı insanın genomları karşılaştırıldı.

Bilim insanları aradıklarını buldular: İnme hastalarında ve kontrol grubunda sıklık açısından önemli ölçüde farklılık gösteren iki gen varyantı bulundu. Bu iki varyant da kan grubunu belirleyen genom bölgesinde yer almaktadır.

  1. Varyant (rs8176685): Bu varyant A kan grubu ile bağlantılı bir varyant olup 9. Kromozomun 133263363. poziyonunda yer almaktadır. Bu pozisyondaki bir nükleotid kaybolmuştur.
  2. Varyant (rs529565): Bu varyant 0 kan grubu ile bağlantılı bir varyant olup 9. Kromozomun 133274084. poziyonunda yer almaktadır. Bu pozisyonda bir nükleotid başka bir nükleotid ile yer değiştirmektedir.

0 kan grubu koruyor, A kan grubu daha savunmasız hale getiriyor

Bu iki gen varyantının ortaya çıkması ile felç riskinde önemli değişiklikler meydana geliyor. A ve 0 kan gruplarında görülen bu iki gen varyantı ile iskemik inme riski arasında ilişki var.

Buna göre, A kan grubundaki kişiler, diğer kan gruplarındaki aynı cinsiyetteki kişilere göre 60 yaşından önce felç geçirme riski % 16 daha yüksek. Tersine, kan grubu sıfır olanlarda, felç geçirme riski % 12 oranında daha az.

Özetleyecek olursak :

  1. Varyant (rs8176685): A kan grubundaki kişilerde görülen bu varyant, diğer kan gruplarına sahip akranlarına göre % 16 civarında daha fazla felç riski taşımaktadırlar.
  2. Varyant (rs529565): 0 kan grubundaki kişilerde görülen bu varyant ise diğer kan gruplarına sahip akranlarına göre % 12 civarında daha az felç riski taşımaktadırlar.

Sebebin kan pıhtılaşması ile ilgili olduğundan şüpheleniliyor

A kan grubunun neden daha yüksek bir riskle ilişkili olduğu henüz tam olarak bilinmiyor. Maryland Üniversitesi’nden Steven Kittner, bunun kan pıhtılaşma faktörleri ile igili olabileceği, muhtemelen trombositler ve kan damarlarının duvarlarını kaplayan hücrelerin bunda rol oynayabileceğini ve hatta kanda dolaşan proteinlerin bile etkisinin olabileceğini belirtiyor. Kittner, bunların tümünün kan pıhtılarının gelişiminde rol oynayan etkenler olduğunu bildiriyor.

Info: AB0 gen lokusunu venöz tromboz (Toplardamarlar içerisinde kan pıhtısı) ve miyokard enfarktüsü (Kalp krizi) eğilimi ile bağlantılı olduğuna dair göstergeler vardır. Kan grubu sıfırı etkileyen gen varyantı, kan pıhtılaşmasında önemli rol oynayan pıhtılaşma faktörü VIII‘i (F8) ve onu taşıyıcı proteinini de etkilemektedir.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Contribution of Common Genetic Variants to Risk of Early Onset Ischemic Stroke

 
Yorum yapın

Yazan: 25. Eylül 2022 in Allgemein

 

Tromboz nedir, belirtileri ve tedavisi

Tromboz nedir?

Tromboz, kan damarlarının birinin veya birden fazlasının kan pıhtısı (trombus) tarafından tamamen veya kısmen tıkanmasıdır.

Yaralanmalardan sonra kanamanın durdurulması ve fazla kan kaybının önlenmesi için pıhtıya ihtiyaç vardır. Yara iyileştikten sonra ise pıhtı fibrinoliz olarak adlandırılan endojen mekanizmalar tarafından tekrar çözülür.

Kan, arter veya toplar damarlarda, özellikle de bacakların derin damarlarında vücudun diğer bölgelerine göre daha yavaş aktığı için tromboz en sık bu damarlarda görülür.

Pıhtı veya pıhtı parçalarının kan yoluyla akciğerlere veya beyne giderek orada tıkanıklığa sebep olması sık rastlanan bir sağlık sorunudur. Bu durum yaşamı tehdit eden pulmoner emboli veya felce yol açabilir

Tromboz belirtileri

Trombozun çok tipik belirtileri vardır. Pıhtının nerede oluştuğuna bağlı olarak semptomlar kısmen farklılık göstermektedir.

  1. Bacaklarda oluşan tromboz

Tromboz, özellikle alt bacağın büyük damarlarında yaygındır. Bunun nedeni kanın yerçekimi nedeniyle kalbe daha yavaş geri dönmesidir.

Bacaklarda en yaygın tromboz belirtiler:

  • Baldırın şişmesi (sıklıkla ayak bileği bölgesi ve ayak)
  • Alt bacakta ağırlık ve gerginlik hissi
  • Su tutma (ödem)
  • Alt bacakta, bazen ayak, uyluk veya kasıkta kas ağrısına benzeyen ağrılar
  • Sıkı, parlak mavimsi ve renksiz cilt
  • Alt bacağın aşırı ısınması
  • Cilt damarlarının daha görünür olması
  • Hafif ateş
  • Hızlı nabız

Bahsedilen semptomlardan bazıları eksik olsa bile, bu durum bacaklarda bir tromboz olasılığını dışlamaz.

  1. Kollarda oluşan tromboz

Kollarda bacaklara göre çok daha az sıklıkta tromboz oluşur.

 Kollarda en yaygın tromboz belirtiler:

  • Etkilenen kolda şişme ve sıcaklık artışı
  • Elin şişmesi
  • Mavimsi ve çıkıntılı cilt damarları
  • Kolda kısmen renk değişikliği (kırmızımsı-mor)
  • Kol ve kol hareketlerinde baskılı ağrı

Kollarda trombozun semptomlara genellikle bacaklardakinden daha şiddetlidir.

  1. Anal tromboz (anal ven trombozu)

Anal tromboz, anüs bölgesinde meydana gelen ağrılı şişlik ile fark edilir. Alt anal kanaldaki küçük bir damarın bir kan pıhtısı tarafından bloke edilmesi ile ortaya çıkar. Çok ağrılı olması nedeni ile hemoroidden ayırt edilir. Anal ven tromboz, özellikle doğrudan açıklık bölgesinde olduğu için çok ağrılıdır ama genellikle iyi tedavi edilirler (10)

  1. Serebral venöz tromboz (sinüs ven trombozu, SVT)

Serebral venöz tromboz (SVT),, beyindeki oksijenlenmemiş kirli kanı (venöz kanı) taşıyan damarlarda pıhtı oluşması ile ortaya çıkan tromboz dur. Serebral venöz trombozu beyin damarlarında kan akışını bozar.

Serebral ven trombozu, özellikle Sars-Cov-2 korona virüsüne karşı aşılama ile bağlantılı olarak manşetlere taşındı. Bazı kişilerde aşı sonrası gelişen bağışıklık çok nadir de olsa Serebral venöz tromboza sebep olabilmektedir.(1)

Serebral ven trombozun en yaygın belirtileri:

  • Baş ağrısı
  • Mide bulantısı ve kusma
  • Boyun tutulması
  • Yüzde basınç ve ağrı
  • Epileptik nöbetler
  • Felç belirtileri
  • Duyusal bozukluklar
  1. Diğer vücut bölgelerinde oluşan tromboz

Prensip olarak, vücuttaki tüm kan damarlarında tromboz gelişebilir. Diğer vücut bölgelerindeki damarlarda oluşan trombozun semptomları ekstremitelerdeki trombozun aksine, genellikle belirsizdir. Bu tür trombozda şiddetli ağrı veya organların işlev bozukluğu kimi zaman oluşmaz veya azdır. Spesifik olmayan bu tür trombozların semptomlarını netleştirmek için daha fazla tıbbi muayene ihtiyaç vardır.

Tromboz nasıl teşhis edilir?

Trombozun teşhisi için fiziki muayeneye, hasta hikayesine, laboratuvar analizlerine ve görüntüleme tekniklerine ihtiyaç vardır.

Hastanın durumuna göre değişen testler şunlarıdır:

  • Ultrason: Bu test ile damarlardaki kan akışına bakılır ve bunun için ses dalgalarını kullanır.
  • Kan testleri: Kandaki D-dimer ölçülerek pulmoner emboli (akciğerlerdeki pıhtı) veya venöz tromboz (toplar damarlardaki pıhtı) çabucak ekarte edilir.
  • Venografi: Bu test için damarlara kontrast madde enjekte edilir. Daha sonra kan akışını görmek ve pıhtıyı aramak için röntgen çekilir (Kontrast madde: Damarların röntgende daha kolay görülmesini sağlar).
  • MRI, MRA veya BT: Bu görüntüleme prosedürleri pıhtının türüne ve bulunduğu yere bağlı olarak değişir.

Trombozun nedenleri ve risk faktörleri

Kandaki pıhtlasma eğiliminin makul bir tetikleyici nedeni bulunamaz ise altta yatan sebebi bulmak için trombofili testi tavsiye edilebilir (kanın pıhtılaşma eğilimini bulma testi). Bu ayrıntılı kan testi, özellikle ailede pıhtılaşma bozuklukları biliniyorsa faydalıdır.

Özellikle genç hastalarda, damarların doğuştan gelen anomalilerine bakılmalıdır. Bu trombozu tetikleyen bir risk faktörüdür.

Yaşlı hastalarda tümörü olup olmadığı teyit edilmelidir. Zira trombozun arkasında bazen bir kanser tümörü olabilmektedir. Bu durum ne kadar hızlı keşfedilirse iyileşme şansı o kadar fazladır. (2)(3)(4)(5)

Trombozu tetikleyen temel faktörler

  1. Bozulmuş kan akışı

Kan damarlarda çok yavaş akıyor veya girdaplar oluşturuyorsa, bu trombozu teşvik edebilir.

Risk faktörleri

  • Yatalak olma, felç veya bacak alçısı nedeniyle uzun süreli hareketsizlik
  • Otobüste, arabada veya uçakta uzun ve sıkışık vaziyette oturma
  • Geniş varisli damarlar
  • Kalp yetmezliği
  • Atriyal fibrilasyon (Kalp ritminde hızlanma ve düzensizlik)
  • Kemik çıkıntısı veya tümör gibi kitlelerin damarlarda basınç oluşturması
  1. Değişen damar duvarı

Kan çok yavaş akıyor veya akış sırasında girdaplar oluşuyorsa, bu durum trombozu teşvik eder. Yaralanmalar, yanıklar, iltihaplanma veya enfeksiyonlardan kaynaklanan damar duvarı hasarları veya değişiklikleri veya atardamarlarda vasküler kireçlenme de (damar sertliği) trombozu teşvik eden önemli risk faktörleridir.

  1. Değişen kan bileşenleri

Kan bileşenlerinin değişmesi veya değişime katkı sağlayacak etkenler de pıhtılaşma için risk oluşturur.

Risk faktörleri

  • Kan pıhtılaşma bozuklukları. Örneğin, APC direnci, Faktör V Leiden mutasyonu (Faktör V Leiden: kalıtsal bir kan pıhtılaşması bozukluğudur).
  • Kan hastalıkları. Örneğin, kanda çok fazla kırmızı kan hücresi olması (polisitemi)
  • Viskozitenin artması. Kanın susuz kalması ile akışkanlığının azalması
  • İlaçlar. Örneğin doğum kontrol hapı, menopoz sırasında hormon replasman tedavisi
  • Kanser
  • Kan akışını düşürme ile ilgili yapılan müdahaleler
  • Hamilelik
  • Sigara içmek
  • Fazla kilo
  1. Kortizon kullanımı

Kortizon kullanımı hemostatik (kanamayı durduran) ve fibrinolitik (kan pıhtılsini eriten) sistemlerde değişikliklere neden olur ve bu da spontan olarak alt bacakların derin damarlarında (DVT), akciğerlerde (pulmoner emboli) tromboz riski oluşturur. Jama Internal Medicine derginin 2005 yılı ile 2011 yılları arasında tromboz nedeni ile hastahaneye yatan toplam 38.765 hastanın verileri incelendi.

Sonuç: Tromboz vakasından 90 gün önce kortizon alanlarda risk 2.31 kat, yeni kortizon alanlarda ise riskin 3.06 kat artmış olduğu bulundu (9).

  1. Genetik yatkınlık

Genetik yatkınlık, kanın damarlarda pıhtılaşmasına sebep olan önemli bir başka faktördür. F5 ve F2 genlerindeki trombofilik mutasyonlar kanın pıhtılaşma sürecinde rol oynayan iki proteinin (Faktör V ve Faktör II) yapısını ve işlevini etkiler.

  • Factor-V Leiden -Mutasyon (G1691A): Bu mutasyon, F5 genin 1691. pozisyonunda yer almaktadır. Bu mutasyon nedeni ile proteinin 506. pozisyonundaki amino asit Arginin ile glutamine ile yer değişmiştir (R506Q). Factor-V Leiden -Mutasyonun genel popülasyonda prevalansı yaklaşık %5 tir. Tüm tromboembolik vakaların %95’i ise bu mutasyondan kaynaklanır (6).
  • Prothrombin G20210A Mutasyon: Protrombin geninin düzenleyici bölgesinde 20210. pozisyonundaki guanin ile adenin ile değişimi, genin ekspresyonunun artmasına ve dolayısıyla faktörün plazmada birikmesine yol açar. Bu durum ise kanın pıhtılaşma eğiliminde bir artışa yol açar. Prothrombin G20210A Mutasyonun genel popülasyonda prevalansı %2 dir. Protrombin G20210A mutasyonu da tromboz gelişimi için önemli bir risk faktörüdür. Prothrombin G20210A mutasyonu, Faktör V Leiden mutasyonun aksine hem venöz hem de arteriyel tromboz ile ilişkilidir (7)(8).

Bu mutasyonlardan birinin bulunması, doğuştan kan pıhtılaşmasına yatkınlığın artması anlamına geliyor ve bazı önleyici tedbirlerin alınması gerekir.

Tedavi

Trombozu tedavi etmenin temel amacı, pıhtının damar duvarından ayrılmasını ve kan dolaşımı ile hayatı organlara gitmesini yani emboliyi önlemektir, zira pıhtı yaşamı tehdit edebilecek bir arteri tıkayarak ekstremitelerde veya organda uzun süreli, onarılamaz hasarlara yol açabilir (posttrombotik sendrom).

Tedavide kullanılan üç temel yöntem vardır:

  1. Kompresyon tedavisi
  2. İlâçlı tedavi
  3. Ameliyat

Hangi yöntemin kullanılacağı pıhtının oluştuğu yere bağlı olarak değişir. Kimi zaman farklı tedavi yaklaşımları birlikte kullanılır.

1- Kompresyon tedavisi: Ekstremitelerde yakın zamanda bir tromboz olması durumunda önemli acil önlemler alınmalıdır. Örneğin, etkilenen bacak veya kol kaldırılarak kompresyon bandajı uygulanmalıdır. Bu durum damarın daha fazla tıkanmasını ve ekstremitelerin daha fazla şişmesini önler.

Uygulama: Sıkıştırma bandajı, tromboz bölgesinin çok ötesine uzanmalıdır. Örneğin, alt bacakta oluşan bir tromboz vakasında bandaj dizin üstüne kadar sarılmalıdır. (Damarları bandaj ile sıkıştırmak kan akışının daha iyi olması için gerekli bir yöntemdir). Yeterince güçlü ve eşit derecede bir sıkıştırma elde etmenin iyi bir yolu ise Sınıf II tromboz çorapları dır (hafif-orta basınçlı çoraplar (20-30 mmHg). Damarlar trombozdan zarar görmüşse, kompresyon tedavisine uzun vadede devam edilmelidir.

2- İlaçlı tedavi: İlâçlı tedavinin amacı, kan pıhtısının daha fazla büyümesini ve muhtemelen pulmoner arterlere (kanı kalpten akciğerlere taşıyan kan damarları) geçmesini önlemektir. En iyi durumda, ilaç vücudun kendi enzimlerini olumlu yönde etkileyerek trombüsün/pıhtının tekrar küçültmesine hatta tamamen çözmesine neden olur. Ayrıca antikoagülan ilaçlar (kanın pıhtılaşmasını önleyen ilaçlar) yeni bir tromboz gelişimini de önler.

Akut tromboz tedavisi: Bu tedaviye, doktorun kesin veya yüksek bir olasılıkla bir tromboz tespiti koyması durumunda hemen başlanır. Tedaviye, trombozun lokalizasyonuna bakılmaksızın direkt Antikoagülasyon ilaçlar ile başlanır ve genellikle başlangıçta kanın pıhtılaşmasını engelleyen heparin kullanılır. Heparin deri altına (subkütan) yüksek dozlarda enjekte edilir veya infüzyon şeklinde verilir. Zira ağızdan alınan heparin mide-bağırsak yolunda parçalanır ve kan dolaşımına girmez. Ayrıca başlangıç için fondaparinuks da kullanılır. Bu etken madde özellikle heparin uygulaması nedeniyle kandaki trombosit sayısının yaşamı tehdit eden seviyeye düşmesi durumunda kullanılır.

Akut tromboz tedavisindeki Rivaroksaban ve Apiksaban gibi oral antikoagülanlar da doğrudan kullanılabilir (DOAC).

3- Ameliyat: İlaç ile pıhtıyı eritmek kanama riski çok yüksek olan bazı hastalar tercih edilmez.

Kateter ile kan pıhtısını çıkarma: Bazı durumlarda pulmoner damardaki kan pıhtısını çıkarmak için bir kateter kullanma seçeneği de vardır. Kateter, etkilenen damara dikkatlice sokulur ve kan pıhtısına ulaşılır. Daha sonra kan pıhtısı küçük parçalara ayrılarak damardan uzaklaştırılır. Pıhtıyı çıkarma sırasında bazen ultrasonik dalgalar da kullanılabilir. 

Açık ameliyat ile kan pıhtısını çıkarma: Bazı durumlarda ise kateter ile pulmoner emboli pıhtı çıkarma işlemi başarısız olur. Bu durumda kan pıhtısı açık ameliyat ile çıkarılır. Bu prosedüre pulmoner embolektomi denir. Genel anestezi yapılan bu ameliyatta hasta operasyon süresince kalp-akciğer makinesine bağlanır.)

Tromboz riskini düşük tutmak için alınacak basit önlemler

  • İdeal kiloda kalmak
  • Uzun süre hareketsiz kalmaktan kaçınmak
  • Özellikle 4 saatten uzun yolculuklarda, uçak, tren veya otobüsle seyahatlerde en az saatte bir kalkıp hareket etmek
  • Topuk parmak-egzersizleri yapmak veya hareket etme imkanı yoksa ayaklar ile dairesel hareket yapmak.
  • Araba kullanırken en az iki saatte bir durup hareket etmek
  • Seyahatlerde bol su içmek ve bol giysiler giymek
  • Doğum kontrolü hapı alınması durumunda, replasman tedavisinde, hamilelik sırasında ve hemen sonrasında hormonal bir preparat alındığında pıhtılaşma riski hakkında doktordan bilgi almak
  • Kalp yetmezliği, diyabet veya diğer sağlık sorunlarını mümkün olduğunca istikrarlı tutmak için tüm kişisel bakım önlemlerine titizlikle uymak
  • Düzenli egzersiz, yürüme, koşma, bisiklet sürme gibi bacak kaslarını hareket ettiren aktiviteler bacak damarlarındaki kan akışını teşvik eder, zira hareket sırasında kaslar, bir pompa gibi her adım atışta damarlara dışarıdan baskı yaparak kanın yukarıya çıkmasını sağlar

Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Management and Outcomes of COVID – 19 Associated Cerebral Venous Sinus Thrombosis
  2. Deep Venous Thrombosis Risk Factors
  3. State of the Art 2016: Research and Review from the 9th Congress of the Asian-Pacific Society on Thrombosis and Hemostasis
  4. Why Me? A Look at the Risk Factors Behind a Blood Clot
  5. Epidemiology and Risk Factors for Venous Thrombosis
  6. Factor V Leiden Mutation
  7. Genetics of venous thrombosis
  8. Factor V Leiden mutation
  9. Use of Glucocorticoids and Risk of Venous ThromboembolismA Nationwide Population-Based Case-Control Study
  10. Surgical treatment of thrombosed external hemorrhoids – Case report and review of literature

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 17. Haziran 2022 in Allgemein

 

Nadir hastalıklar

Dünyada etkilenen sayısı birkaç yüz kişiden üç dört kişiye kadar değişen çok nadir hastalıklar vardır. Bu hastalıklar her ne kadar çok nadir görülse de, bu tür hastalıkların çeşidi o kadar çok fazladır ki, çok nadir görülmelerine rağmen dünya çapında milyonlarca insanın etkilenmesine sebep olmaktadır.

İnanılmaz derecede nadir görülen bu hastalıklardan muzdarip olanların hastalığı ya yıllarca hiç fark edilmez ya da yanlış teşhis konulduğu için doğru tedavi şansları olmaz. Bu nedenle çoğu hasta semptomlarının belirsizliği ile yaşamak zorunda kalır.

Bu hastalıkların nadir görülmesi doğal olarak araştırmalara çok az para ayrılmasına ve doğal olarak da ilaç ve tedavi olanaklarının çok kısıtlı olmasına sebep olmaktadır. Bu duruma dikkat çekmek için yılın en nadir günü olan 29 Şubat Nadir Hastalıklar Günü ilan edilmiştir.

Tanıya giden uzun yol

Bir hastalığın nadir hastalıklar kategorisine girme kriterleri ülkeden ülkeye değişmektedir. Örneğin Avrupa Birliği’nde bir hastalık 10.000 kişide 5’den daha az ise nadir hastalık olarak kabul edilir. Bu ilk bakışta az gibi görülse de, dünyada 6.000-8.000 arası farklı nadir hastalık olduğu düşünülürse toplam hasta sayısının hiçte az olmadığı görülecektir.

Türkiyede nadir hastalıklardan muzdarip hasta sayısının 5 milyon, dünyada ise 350 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor. Toplam hasta sayısı bu kadar fazla olmasına rağmen, nadir hastalıklar konusu gerek toplumda gerekse tıpta genellikle pek önemsenmez. Bu nedenle, bu hastalıklara tıpta orphan diseases (yetim hastalıklar) etkilenenlere ise orphans of medicine (tıp yetimleri) denir [1 2 3 4 ].

Teşhis

Nadir hastalıkların belirtileri genellikle çocuklukta ortaya çıkar ve doktordan doktora yapılan başarısız muayeneler genellikle hasta için ek bir psikolojik yüktür. Bu tür hastalıklara doğru teşhis konması ortalama beş yıl sürmekte ve hastalar bu süre içerisinde ortalama sekiz kadar farklı doktoru ziyaret etmektedir. Nadir hastalıkların semptomları nın çeşitli ve karmaşık olması ve hastalıklarla ilgili kapsamlı bir veritabanı olmaması, doktorların genellikle bu hastalıklara doğru teşhis koymasını zorlaştırmaktadır. Semptomların diğer klinik bulgularla benzerliği hastaların en az yarısına yanlış tanı konulmasına sebep olmaktadır. Hastalar kimi zaman ciddiye alınmazken, kimi zaman olağandışı semptomları uydurmakla suçlanırlar.

Nadir hastalıkların farklı nedenleri vardır

Nadir hastalıkların yüzde 80’nin sebebi genetik olduğu için belirtileri genellikle doğumdan kısa bir süre sonra ortaya çıkar ve ömür boyu sürerler. Bazı durumlarda ise virüs enfeksiyonları tarafından da tetiklenir.

I- Genetik mutasyonlardan kaynaklananlar

Nadir hastalıkların nedenleri çoğu zaman ilgili gende meydana gelen bir mutasyondan kaynaklanmaktadır. Bu mutasyonlar kimi zaman bir nükleotidin değişmesi veya silinmesi veya iki nükleotid arasına fazladan bir nükleotid eklenmesi şeklindedir. Bu durumda genin ifadesi değişerek kodladığı protein ya üretilemez ya da kusurlu üretilir. Bu da vücutta yıkıcı etkilere sebep olur.

II- Tipik bulaşıcı ajanlardan kaynaklananlar

  • Viral enfeksiyonlar: Genetik nedenler kadar sık olmasa da patojenlerin sebep olduğu enfeksiyonlardan kaynaklanan nadir hastalıklar da vardır. Bunun iyi bilinen örneği kuduzdur. Viral zoonoz ile enfekte bir köpeğin ısırması ile insana bulaşan bu hastalık genellikle ölümcül olan ensefalitiyi (beyin iltihabı) tetikler. Bu tür ısırıklardan sonra profilaktik olarak pasif bir aşı uygulanarak kuduzun ölümcül etkisinden kurtulunur.
  • Bakteriyel enfeksiyonlar: Bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanan nadir hastalıklar da vardır. Örneğin Clostridium botulinum bakterisinin sebep olduğu Botulizm Bozuk gıdalar yolu ile alınan bu bakteri ölümcül gıda zehirlenmesine sebep olur. Bu bakteri, insanlarda nörotransmitter asetilkolini inhibe eder ve böylece sinirler ve kaslar arasındaki sinyal iletimini engeller. Güçlü zehirlenmelerde hasta tedavi edilmediği takdirde yüzde 90 oranında ölümle sonuçlanır. Hafif zehirlenme vakalarında ilgisiz birçok semptom nedeniyle tanı genellikle zordur. Bazen yanlış tanı da konabilir.

III- Çevresel faktörlerden kaynaklananlar

  • Asbest: Nadir görülen hastalıkları etkileyebilecek başka bir sebep de endüstriyel maddelerdir. Bunların en meşhurlarından biri asbest Mikroskobik asbest lifleri çok dirençli mineraldir ve mezotelyoma olarak adlandırılan akciğer kanserine ve plevra kanserine neden olabilir. Milyonda sadece 1 ila 30 kişiyi etkileyen bu kanser türünün tedavisi zordur.
  • Cıva: Cıva zehirlenmesi de nadir görülen hastalıklardan biridir. Ağız ya da burun yolu ile akciğerler veya mideye gelen cıva ciddi zehirlenmelere sebep olur. Cıva, beyni kan dolaşımındaki patojenlerden ve toksinlerden koruyan kan-beyin bariyerinden geçerek beyne de girebilir. Böyle durumlarda, beyindeki proteinlerin yapısı ve işlevi için gerekli olan kovalent bağların yapısı bozulur. Bu da özellikle sinir hücrelerinin işlevlerini yerine getirmesine engel olur.

*** En nadir görülen hastalıklar ***

Nadir hastalıklar arasında son derece olağandışı semptomlarla şaşırtan bazı hastalıklar da vardır. Çok nadir olmaları nedeniyle öne çıkan bu hastalıklardan bazıları dünya çapında yalnızca birkaç yüz kişiyi etkilerken, bazıları sadece onlarlarca kişiyi etkiler. Aşağıda en nadir görülenlerden beş örnek yer almaktadır.

  1. Fibrodisplazi ossificans progresif (FOB)

Dünya çapında yaygınlığı yaklaşık 1: 2.000.000 olan bu hastalık tüm etnik grupları, coğrafi bölgeleri ve her iki cinsiyeti eşit olarak etkilenir.

Bu hastalık bağ ve kas dokusunun yapısı kemiğe dönüşererek hareketi imkansız hale getirir. Tabiri caizse, iskeletin üzerinde ikinci bir iskelet daha oluşur. Yeni doku hücreleri yerine yeni kemik dokusu oluştuğundan, en küçük yaralanmalar bile ciddi sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına sebep olur. Şimdiye kadar, dünya çapında yaklaşık 800 akut vaka bilinmektedir.

Teşhis: Heterotopik kemikleşme (birbiri içinde) basit bir röntgen filmi çekimi ile teşhis edilebilir. Teşhisi doğrulamak için genetik testler yapılabilir. Çoğu FOP vakası sporadiktir (kalıtsal olmayan mutasyonlar). Az sayıda vaka kalıtsal mutasyonlar taşır. Kalıtım otozomal dominant tır.

Sebep: Hastalığa, ACVR1/ALK2 genin 2q24.1 lokasyonunda meydana gelen bir mutasyon sebep olur. Bu mutasyon ACVR1/ALK2 geni nin 617. pozisyonundaki Guanin’in Adenin ile değişmesi şeklindedir (617G>A; R206H). Bu mutasyon, ilgili proteinin hatalı kodlanmasına sebep olur ki, bu da artan kemik büyümesine yol açar [5].

Tedavi: FOP için şimdilik rutin sayılabilecek güvenilir bir tedavi yok ancak ilk belirtilerin ortaya çıktığı ilk 24 saati içinde dört günlük yüksek dozda kortikosteroid tedavisi uygulanırsa, hastalığın erken evrelerinde görülen şiddetli inflamasyon ve doku ödemi azalır [6] [7].

Yaşam beklentisi: Bir çok FOP hastasında ortalama yaşam süresi 40 yıldır. Çoğu hasta yirmili yaşların sonuna doğru tekerlekli sandalyeye mahkum olur. En yaygın ölüm nedeni, toraksın (kaburgalar ile çevrilen ve göğüs boşluğu) kısıtlı hareketliliğinden kaynaklanan komplikasyonlardır.

  1. Erken Yaşlanma Hastalığı (Hutchinson-Gilford progeria)

Hutchinson-Gilford progeria sendromu, çocuklukta başlayan ölümcül, otozomal dominant erken yaşlanma hastalığıdır. Hastalık, büyüme geriliği, gelişme geriliği, tipik yüz görünümü (çıkıntılı alın, çıkık gözler, ince kemerli burun) ile karakterizedir. Hastalar ayrıca yetersiz alt çene gelişimi ve çıkıntılı kulaklar ve ciltte belirgin dermatolojik özellikler ile belirgin kutanöz damar sistemi gibi dışarıdan bakınca kolayca fark edilebilecek fiziksel özelliklere sahiptir [8].

Etkilenen çocuklar doğumda ve erken bebeklik döneminde normal görünürler ancak daha sonra akranlarından daha yavaş büyürler ve beklenen oranda kilo alamazlar. Bu durum entelektüel gelişimi, oturma, ayakta durma ve yürüme gibi motor becerilerin gelişimini etkilemez. Çocukluktan itibaren başlayan arterlerde ciddi sertleşme (ateroskleroz) görülür. Bu durum, genç yaşta kalp krizi veya felç geçirme olasılığını büyük oranda artırır. Bu komplikasyonlar zamanla kötüleşebilir ve yaşamı tehdit edebilir.

Hutchinson-Gilford progeria sendromu, dünya çapında 4 milyon yenidoğan çocukta 1 görülen çok nadir bir hastalıktır. Hastalık ilk kez 1886’da tanımlanmasından bu yana bilimsel literatüre 130 civarında vaka bildirilmiştir.

Başlıca belirgin özellikler

  • Ortalamanın altında boy, kilo ve yavaş büyüme
  • Dar yüz, küçük alt çene, ince dudaklar ve gaga şeklinde burun
  • Yüz göre orantısız büyük bir kafa
  • Belirgin gözler ve göz kapaklarının tam kapanmaması
  • Kirpikler ve kaşlar dahil saç dökülmesi
  • İncelme, sivilceli, buruşuk cilt
  • Görünür damarlar
  • Tiz ses
  • Şiddetli ilerleyen kalp ve damarı hastalıkları
  • Gövde ve ekstremitelerde cildin sertleşmesi ve sıkılaşması
  • Gecikmiş ve anormal diş oluşumu
  • Bazen işitme kaybı
  • Deri altında yağ kaybı ve kas kütlesi kaybı
  • İskelet anormallikleri ve kırılgan kemikler
  • Sert eklemler
  • Kalça çıkığı
  • İnsülin direnci

Sebep: Hastalığa LMNA geninde meydana gelen mutasyonlar neden olur. LMNA geni, lamin A adında bir protein kodlar ve bu protein hücre zarının bileşenidir. Mutasyon nedeni ile hatalı üretilen lamin A proteini hücre zarını kararsız hale getirerek hücre çekirdeğinin zarar görmesine sebep olur. Sonuç olarak, DNA replikasyonu gibi sayısız hücre bölünme süreci artık doğru şekilde çalışamaz. Bu da erken yaşlanmanın yolunu açar. Progeria, birçok genetik mutasyonun aksine nadiren ailelerde geçer. Vakaların bir çoğunda mutasyonu tesadüfen olan bir olaydır. Progerialı bir çocuğu olan ebeveynler için, ikinci bir progerialı çocuğa sahip olma olasılığı yaklaşık yüzde 2 ila 3’tür [9].

Tedavi: Kalıcı bir tedavi şimdilik mümkün değil ancak devam eden araştırmalar tedavi için umut vaat etmektedir. Profilaksi tedaviler ile komplikasyonlar azaltılabilir. Farnesil transferaz inhibitörü (lonafarnib) ile hastalığın ilerlemesi bir miktar geciktirilebilir.

Yaşam beklentisi: Progerialı çocukların çoğunun ölüm nedeni kalp problemleri veya felçtir ve ortalama yaşam beklentisi yaklaşık 13 yıldır. Bazı hastalar daha genç ölebilir, bazıları ise 20 yıl kadar yaşayabilir.

  1. Desmoplastik yuvarlak hücreli tümör (Desmoplastic small round cell tumors DSRCT)

Desmoplastik yuvarlak hücreli tümör (Desmoplastic small round cell tumors DSRCT) 1989’da ilk kez tanımlandığından bu yana dünya çapında yalnızca birkaç yüz vaka rapor edilmiştir. Son derece nadir görülen bir kanser türdür. Tümör öncelikle karın içini kaplayan karın zarında (Periton) oluşur ve daha sonra lenf düğümlerine ve nihai olarak karaciğere yayılır. Tümör, ilk keşfedildiğinde çoğu zaman geç kalınmış ve çok büyümüş olur. Tümör radyasyon ve kemoterapi tedavisine dirençlidir.

DSRCT, birçok insanda, başlangıçta semptom göstermez. İlk belirtiler tümör iyice büyüdükten sonra başlar. Teşhis, ultrason, BT, MRI ve PET gibi görüntüleme ve tarama teknikleri kullanılarak yapılır ve ayrıca biyopsi ile kanserin varlığı teyid edilir. [10]

Başlıca belirtiler

  • Ağrı
  • Mide bulantısı ve kusma
  • İshal
  • Kabızlık
  • Karında şişlik

Sebep: Bu nadir hastalığın nedeni genetiktir. Hastalık hemen hemen tüm vakalarda, 11. ve 22. Koromozomlar arasında bazı lokasyonların değişiminden yani translokasyonundan (t(11;22)(p13;q12) kaynaklanır. Değişen kısımlar içinde EWSR1 ve WT1 genlerinin parçaları yer almaktadır. Bu genlerin tümör gelişimi ve kontrolsüz büyümeyi kontrol ettiği varsayılmaktadır. Belirlenen bu translokasyon dışında DSRCT ile ilişkili olan başka translokasyonlar da rapor edilmiştir. Bunlar şunlardır: (t(5;19), t(X;16) ve t(4;10))

Tedavi: DSRCT, günümüzde agresif, multimodal bir terapi konsepti ile tedavi edilmektedir. Multimodal, farklı terapötik yaklaşımların birbiriyle birleştirilmesi ve birkaç tıp disiplininin el ele çalışması anlamına gelir. DSRCT’li hastalar genellikle önce kemoterapi alırlar. Mümkünse tümör dokusunun tamamen çıkarıldığı bir operasyon yapılmalır. Ameliyatın bir parçası olarak karın bölgesine lokal kemoterapi de uygulanabilir. Ameliyattan sonra bazen radyasyon veya kemoterapi yapılır.

Yaşam beklentisi: DSRCT hastalarının prognozu çok kötüdür, kemoterapi, radyoterapi ve agresif cerrahi rezeksiyona rağmen genel sağkalım yaklaşık % 30 ila % 55 arasındadır [11,12]. Hastaların ancak sadece % 20’sinden daha azı, tanıdan 5 yıl sonra hayatta kalabilmektedir.

  1. Sendromik mikroftalmi tip 5

Sendromik mikroftalmi tip 5, anoftalmi*, mikroftalmi** ve retina anormallikleri anormallikleri gibi dizi oküler anomali ile değişken gelişimsel gecikme ve merkezi sinir sistemi malformasyonları karakterize bir genetik hastalıktır. Dünya çapında yaygınlığı yaklaşık <1: 1.000.000 dur. Bugüne kadar dünya çapında 20’den az vaka tanımlanmıştır. Bazı hastalarda ciddi bilişsel gecikme kaydedilirken, bazılarında normal bilişsel gelişim gösterdiği görülmüştür. Ayrıca büyüme hormonu eksikliğine ve boy kısalığına veya kombine hipofiz hormonu eksikliğine (CPHD) yol açan hipofiz disfonksiyonu da bildirilmiştir.

  • Anoftalmi*: Anoftalmi, bebeğin bir veya iki gözü olmadan doğduğu bir doğum kusurudur.
  • Mikroftalmi**: Mikroftalmi, doğumdan önce ortaya çıkan bir göz anormalliğidir. Bu durumda, bir veya iki göz küresi anormal derecede küçüktür. Etkilenenlerin bazılarında göz küresi tamamen yokmuş gibi görülse de genellikle bir miktar göz dokusu mevcuttur. Mikroftalmis olan kişilerde ayrıca koloboma*** adı verilen bir durum da olabilir. Koloboma***: Gözü oluşturan yapılardaki eksik doku parçalarıdır. Gözün iris adı verilen kısmında çentikler veya boşluklar da görülebilir.

Sebep: Sendroma, OTX2 genindeki (14q22.3) heterozigot mutasyonlar neden olur [13].

  1. Riboz-5-fosfat izomeraz eksikliği

Riboz-5-fosfat izomerazın enzimi eksikliğinden kaynaklanan en nadir görülen genetik bir hastalıktır. Bundan daha nadir görülen bir hastalık yoktur. Beynin beyaz maddesini etkileyen bu hastalık için şu ana kadar dünyada sadece üç vaka rapor edilmiştir.

4.2

Riboz-5-fosfat izomeraz, glikozu Adenozin Trifosfata (ATP) dönüştürmede rol oynayan önemli bir enzimdir. Bu enzimin eksik olması hastalarda genel gelişimsel gecikme, hareketler ve motor işlevlerde bozulmalara sebep olur.

Klinik Bulgular: Psikomotor gecikme, epilepsi ve ataksi, spastisite, optik atrofi ve sensorimotor nöropati ile çocuklukta başlayan yavaş nörolojik gerilemedir.

Sebep: Riboz-5-fosfat izomeraz eksikliği otozomal çekinik bir hastalıktır. Hastalığa RPIAD geninde meydana gelen mutasyonlar sebep olur. Çocukluk yaşlarında başlar ve dünya çapında yaygınlığı <1/1.000.000 dir [14].

Nadir hastalıklar nasıl tedavi edilebilir

Genetik tedavi: Hızla gelişen genetik tedavi yöntemleri, özellikle nadir hastalıklar için yeni fırsatlar sunmaktadır. Standart uygulamalardan biri, dizayn edilmiş bir DNA dizisinin genetiği değiştirilmiş bir virüs vasıtası ile etkilenen kişinin vücuduna verilmesidir. Virüs hücreye girdikten sonra dizayn edilmiş gen, hücre içine bırakılarak hatalı kısmın tamir edilir.

Örneğin, Spinal musküler atrofiye karşı Zolgensma gen tedavisi 18 Mayıs 2020’de Avrupa İlaç Ajansı (EMA) tarafından onay aldı. Bu tedavi yöntemi ile hastalık tek bir infüzyonla tedavi edilebiliyor. Bir dozu 1.945 milyon Euro olan Zolgensma gen tedavisi dünyada bugüne kadarki en pahalı tedavidir.

İlâçlı tedavi: Avrupa Birliği 2000 yılında nadir hastalıkların ilâçlı tedavisini geliştirilmek ve teşvik etmek için bir yönetmelik çıkardı. Bu yönetmelik ile bu tür ilaçların geliştirmesi için ekonomik teşvikler yaratılmaktadır. Örneğin şiddetli bağışıklık yetmezliği ADA-SCID, metabolik bir hastalık olan alfa-mannosidaz ve bir kas hastalığı olan Duchenne musküler distrofisi’un dahil olduğu 143 nadir hastalık için teşvik almıştır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. https://www.bundesgesundheitsministerium.de/themen/praevention/gesundheitsgefahren/seltene-erkrankungen.html
  2. https://globalgenes.org/
  3.  https://www.rarediseaseday.org
  4. https://www.orpha.net/consor/cgi-bin/Disease_Search_List.php?lng=EN)
  5. Functional Modeling of the ACVR1 (R206H) Mutation in FOP
  6. The medical management of fibrodysplasia ossificans progressiva: current treatment considerations 
  7. Insights into the biology of fibrodysplasia ossificans progressiva using patient-derived induced pluripotent stem cells
  8. Hutchinson–Gilford progeria syndrome: Review of the phenotype
  9. LMNA mutation in a 45 year old Japanese subject with Hutchinson-Gilford progeria syndrome
  10. Bestimmung des mutationsspektrums von „desmoplastic small round cell tumors
  11. Desmoplastic small round-cell tumor: prolonged progression-free survival with aggressive multimodality therapy.
  12. Results of multimodal treatment for desmoplastic small round cell tumors
  13. Microphthalmia, Syndromic 5 (MCOPS5)
  14. Ribose 5-Phosphate Isomerase Deficiency (RPIAD)

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

 
Yorum yapın

Yazan: 16. Mart 2022 in Allgemein